Şimdi akasya dallarında saksağanlar, boncuk gözleriyle alakargalar, umudun saklı hazineleri… uyudukça biz, düşmanın da uyuduğunu sanarak; sessizce tomurcuklanan ıhlamurlar, borazan çiçekleri, o güzel kokuları mis gibi içimize çekerek ve hep aynı o kahredici büyük yalana inanarak…
Sakin bir rüzgâr, saat tıkırtısının huzuru, nereden gelir nereye akar gider bu [kadar] zaman? Fakat bir an bozuluveriyor her şey, dağılıp gidiyor hayatın dip köşelerine toz yumakları gibi [umut]. Güzelim iğdenin dalı düşüyor yere, kokusuyla yüreğimize yükselerek; demek ki umutlu bir hayat, bir yerlerde… belki…
–Bakın size bir şey anlatacağım…
Bitmeyen hikâyeler, hep başa saran türlü türlü laf kapanları, tuzaklar…
–Biz bu vatanı…
Hep sonradan gelir bencillik, yıllar geçer; hırslar, içten içe bizi yiyip bitiren arzular. Her evde aynı kasvet büyür; her yer donuk, insandan uzak, hayatın baş köşesine gelir oturur umutsuzluk!
Yerlerin ve göklerin en büyük laneti, sermayeye boyun eğişimiz değil mi? Cenneti rüyalarımıza sokar, hep heveslendirerek köleliğe. Bir ömür çırpınır dururuz, bütün bunlara neden arayarak.
–Daha bunlar iyi günleriniz…
Sessizliğe teslim olanlarla hiç bitmeyen bir hesabı var kara düzenin… kuşun cıvıltısını, gülün kokusunu, kedinin mırıltısını, kozalağın çıtırtısını, insanın gülüşünü kesen… zulüm… Çaresizliğimizi düşünmemiz değil, hep kaçmamız umutlu olmaktan; asıl canımızı acıtan, belki biraz da yorulmamız dinmeyen karamsarlıktan.
Kılıçları sallarken birileri, silahları omuzlayarak pozlar keserken, her şeyden korkarak yaşıyor oluşumuz…bizi eriten… Vahşeti, şiddeti defederek yaşamanın imkânsızlığı… demek ki o kadar mı inanmıyoruz barışa, kardeşliğe… demek ki… Hep aynı makamda çalıyor şarkı: bencillik safsatası, içimizdeki gizli şiddet, zaten hep düşman yüreklerimiz! Ne kolay böyle düşünmek ne kolay bir ömrü böyle bir çırpıda silmek.
BEKLEDİKÇE…
Bekledikçe biz, koca toprağın solduruluşunu parça parça; denizi, ırmağı kurutan karanlığı, sadece seyrederek… [sanki] bir gün gökyüzünde bir ışık belirecek ve parıltısıyla herkese mutluluk verecek diye bekledikçe…
Herkesi kör karanlığında boğan şiddetin, hiç direnmeden, kendiliğinden buharlaşacağına safça inanarak, günler, aylar, yıllar boyunca bekledikçe…
Sakin ve masum eski hayatın elimizden kayıp gittiğine inanmak istemeden, yaşamı bize dar edenlerin hoyratlığında, hala bir kurtarıcı bekledikçe…
Hayvanlara, ağaçlara, velhasıl doğaya zulmedenlere hiç ses etmeden, hem de yapılanları tıpış tıpış kabullenerek bekledikçe…
Toprağın, çiçeğin, kuşların, balıkların rengarenk ışıltılarındaki o güzel dünyayı, pürüzsüz otoyolların dekoru yaparak bekledikçe… biz…
UYUDUKÇA…
Uyudukça biz; ışıksız odaların darında, sıcağa, ayın şavkına hasret, rutubetli düşüncelerle içiçe…Uydukça da gidişata, [hiçbir] kötülük sanki semtimize uğramamış gibi… çarpık ilişkilerle yoruldukça, şişik egoların kalabalığında… bir halkın yoksulluğunu film izler gibi camın arkasından, hem de hiç utanmadan…
Şimdi akasya dallarında saksağanlar, boncuk gözleriyle alakargalar, umudun saklı hazineleri… uyudukça biz, düşmanın da uyuduğunu sanarak; sessizce tomurcuklanan ıhlamurlar, borazan çiçekleri, o güzel kokuları mis gibi içimize çekerek ve hep aynı o kahredici büyük yalana inanarak…
Doğada mutsuzluk var mıdır? Hep mutludur belki doğa, peki ya insan? Nasıl yaşanır umutlu olmadan, hüznü, kasveti birbirine teyelleyerek günbegün, arapsaçı olmuş bir hayatta?
Yeniden örmek zor belki. Sevinci, umudu sabırla, iştahla dokumak dokumak… bir halı gibi kardeşliğin rengarenk ipliklerini katarak; dokumak hayatın en diplerine kadar; birbirimize bağlandığımız her yerden sımsıkı düğümler atarak… ve sonra uyanarak…
ARAYARAK…
Yorgun umutlarla aradım geçmişin yükünü, içinde kim bilir neler vardı neler. Durmadan ve yalnız, insana tutuna tutuna… Aradım… ararken dost sıcaklığını buldum, bir yeşil yaprağın sımsıcak elini…
Peki hangisi bizi bugünden yarına eriştirecek? Kararmış bencilliğimizin tükettirdikleri mi? Su gibi duru, yeşilliğin parlaklığında kıpır kıpır, bize can veren o hayat mı? Yoksa dünyayı hiç bir şey istemeden herkesle paylaşmak mı?
Hayat değil yalnız, neşe ile bakışlarımız karantinada, güpegündüz savurduğumuz kahkahalarımız, umutla baktığımız bembeyaz bulutlar, dünyalığımızın en güzel tanıklığı yıldızlar, o güneş, gökyüzünün aynası okyanuslar…
Ah o yaylalar! Kimi ıslak, mat bir hava, koyu bir sis yağmurlu, kimi güneşli, cıvıl cıvıl, yemyeşil bir aydınlık. Evler, ahşap yüklü endişeler, daracık çatmalar, kıl çadırlar, yayık ayranları, uzaktan gelen bir ezgi gibi çoban köpeklerinin havlaması. Kavakların hışırtısı, cevizlerin heybeti, elmanın lezzetinde suskun ikindilerin öğretmenliği. Eriklerin şişkin dalları, buz gibi pınarlarda çatlayan karpuzlar, elimizden kayıp giden zaman.
Boşuna çözdün umudun orlonlarını. Oysa sen bugünü örmek için yüreğinin kirmeninde çilelemiştin onları. Şimdi hangi düşünce bizi [yeniden] dünyaya getirecek? Bizi doğuran sebepler, geleceği koşullayan sevincimizle kesişecek mi? Hep yanıtsız sorular, doldurulmamış zamanlar, kediler, kumrular, kargalar…
YÜRÜDÜKÇE…
Yürüdükçe biz, özgürlüğe, insana, cana, umuda hasret, hep sevgiye yazgılı… karanlığı parça parça dağıtacağız [önünde sonunda]. Yürüdükçe biz, aydınlık geleceğin bugünü olacağız, çevremizi parıldatarak, hayata alev gibi sımsıcak akacağız.
Değerli hocam,
Direnişçi, gercekci, duygusal ve doğayı da katarak tam da benim duygularıma hitap eden mükemmel bir yazı olmuş. Emeğine, kalemine sağlık. İyi ki senin gibi güzel insanlar var, umut var.
Dayımın cülüğü diye demiyorum ama üstad olmuş hiç mütevazi olmasın bir nefeste yüzyıl yaşayarak okudum
Bir solukta okudum. İnsan ve doğa, ancak umut’la böylesine güzel anlatılır … Sağ olasın hocam.