Dünyanın tüm varlıkları karşısında özel mülkiyet ilişkilerin bir sınırı, duracağı bir nokta yoktur. Devletin pozisyonu da burada özel mülkiyete çok uygundur. Kamusal devlet politikası deyip bunun içinde insan için en önemli yaşam kaynağının para ile verilir hale getirilmesi devletin kamusal niteliğini sorgulamak açısından (…) önemli bir nedendir.
Bir tüketim maddesini kıyaslayarak derlerdi ki aslında hâlâ da derler; …sudan ucuz… Yaşamak için en gerekli olan, yerküremizde de en çok bulunan ve doğal döngüyle kendini var eden su için ucuzluk nitelemesi anlaşılabilir bir şey. Yani burada su için sarf edilen ucuzluğun aslında parasal bir değere karşılık söylenmediğini herkes zaten biliyor. Toprağın, ağacın, çayır çimenlerin bir sahibi olduğunda bile su kendi mecrasında akıp geçmeye devam etmiştir. Hayatın bir bakıma kendisi oluşundan dolayı “su”ya azizlik sıfatı verilmiş. Canlılar için suyun önemine dair bundan daha güzel ne denilebilir ki; “su içene yılan bile dokunmaz” denmiş. Kim demiş, ne zaman denmiş; su öğretmiş, su söyletmiştir. Önemli olan doğa karşısında her canlı varlık gibi çırılçıplak düşünebileceğimiz insanın suya hem kendi hem de tüm varlıklar için yüklediği anlamdır da.
Elbet suyu anlamlandırmak, onu baş tacı etmek, onu aktığı gibi bırakmak anlamına gelmiyor. Toplumsal ilişkilerin gelişim ve değişim süreci insanı çevreleyen dünyanın da kendi halinde kalmasının önüne geçiyor. Günü geliyor dışınızda gürül gürül kaynaşan çevre, yine insanın mülkiyet ilişkilerinin etkisiyle bambaşka bir yola eviriliyor. Diyelim ki elli-altmış yıl önce kimse insanın içeceği içme suyunun şişelenerek ticari bir madde haline getirileceğine pek ihtimal veremezdi.
Ülkemizde neo-liberal politikaların önü 12 Eylül faşist darbesiyle açılmaya başladı. Bizden önce ise tekeller dünya üzerinde suyun ticarileştirilmesi yönünde önemli adımlar atmıştı. Mesela, Afrika’ya el atan Fransız su yönetim şirketi Suez, suyun kontrol altına alınarak satılmasını sağlayan önemli şirketlerden biri olmuştur. Zamanın bedava anlamında “ucuzluk” addedilen su sermayenin üzerine pazar savaşlarına giriştiği, kâr etmek için uluslararası düzeyde yatırımlar yaptığı bir metaya dönüştürülmüştür. Bundan bir on yıl kadar önce Avustralya’da bir kasabanın ortasında yer alan içme suyu çeşmesi kapatılır. Çünkü markete gelen pet şişe içerisindeki suyun satılması gerekir. Oyunun farkına varan kasabanın duyarlı insanları hemen bir kampanya başlatarak çeşmenin yeniden faaliyete geçmesini ve çevre kirliliğine neden olan pet şişe suyun da marketlerde satışına karşı çıkarlar. Başarırlar da…
Bir yerde deniz bitiyor. Kapitalist sermayenin doğal dengeyi kemirerek sarsmasıyla bozulan iklim dengesi o dağların su kaynaklarını da olumsuz etkiliyor. Su kaynakları azaldığında ya da kurumaya yüz tuttuğunda, işletme başka dağlar, başka kaynaklar aramaya başlıyor ve orası da bitince yer altından çektiği suları arıtarak yine bilmem hangi kaynağın suyu diye pazarlıyor.
Avustralya örneği aslında baştan sona bizim köy, kasaba ya da çevremizde zamanla suya erişimimizin nasıl paralı hale geldiğine dair sürece ayna tutması bakımından önemli basit bir örnek… Üstelik suyun ticarileştirilmesi, kuraklık nedeniyle suya erişimde çok zorluk yaşayan, bir litre içme suyu elde etmek için kilometrelerce yol tepen yoksul Afrika’dan başlamıştır. Şirketlerin satış yöntemi sadece suyu şişeye koyup üstüne markasını yapıştırarak satmak şeklinde değil, kent ya da kasabalara borularla su hattı kurarak evlere de aynı şirket eliyle satışı niteliğindedir.
Dünyanın tüm varlıkları karşısında özel mülkiyet ilişkilerin bir sınırı, duracağı bir nokta yoktur. Devletin pozisyonu da burada özel mülkiyete çok uygundur. Kamusal devlet politikası deyip bunun içinde insan için en önemli yaşam kaynağının para ile verilir hale getirilmesi devletin kamusal niteliğini sorgulamak açısından basit görünse de önemli bir nedendir. Suyu evlere ulaştırmak için yapılan çalışmaların bir masrafının olması; suyun ticarileştirilmesini, bu konunun gerektiğinde şirketlere ihale edilmesini haklı çıkarmaz.
Suyun ticarileştirilmesine yönelik ülkemizdeki ilk adımları şöyle bir hayalime getiriyorum: Bir ya da bir buçuk litrelik pet şişe içinde Toroslar’ın bilmem hangi doğal kaynağından doldurulmuş “Hayat” markalı su vardı. Dönem herkesin içme suyunu şehirlerde de musluktan tükettiği yıllardı. Her şey doğallığında akıp gidiyor görünüyordu. Öyle ya Ankara’da, Bursa’da ya da Konya’da oturan birinin Toroslar’dan gelen bir kaynak suya arada bir ihtiyacı olabilirdi. Parayı verdi hastasına, bebeğine ilaç niyetine pet şişe su aldı. Döndük bu yana. Mevcut marka suya rakip olarak bir başka dağın bir başka kaynağından başka bir marka su piyasaya çıktı. Piyasa bu! Bir işte para varsa markalar iki, üç, dört… zincirleme çoğalır gider de. Piyasası var olanın müşterisi de olacaktır elbet. O su mu iyi, bu mu, o şu dağın, bu öteki dağın… Biliriz, dağlar ne çekti! Git gide Türkiye’nin her bölgesindeki dağlardaki doğal su kaynakları birileri için dolum tesisi haline geldi. Kaynak çevreleri halka ve hayvanlara tel örgülerle kapatıldı. Her Allah’ın günü dağların başı ya da kıyısındaki dolum tesislerinden yüzlerce taşıma aracı kentlere kasabalara pet şişelere doldurulmuş su taşıdı, taşıyor. Sular yüzlerce kilometre ötelere taşınsın diye tarlalardan yollar açılıyor, fosil yakıt kullanılıyor vs.
Bir yerde deniz bitiyor. Kapitalist sermayenin doğal dengeyi kemirerek sarsmasıyla bozulan iklim dengesi o dağların su kaynaklarını da olumsuz etkiliyor. Su kaynakları azaldığında ya da kurumaya yüz tuttuğunda, işletme başka dağlar, başka kaynaklar aramaya başlıyor ve orası da bitince yer altından çektiği suları arıtarak yine bilmem hangi kaynağın suyu diye pazarlıyor. Satıcıların işi tıkırında alıcılar olarak bizlere sadece pet şişe suların içinden birini beğenmek kalıyor. Doğayı tüketen, insanın ilişkilerini doğayı kemiren bir güce dönüştüren sistemi fark etmeden öyle bir kanıksar olmuşuz ki Munzur’un derelerinden çekilerek şişelenen suyu satın almanın solculuğumuz açısından yararlı olduğu düşüncesine de nail olmuş bulunuyoruz. Sen Munzur çevresinde ticarileşme tarzı düzenlemeye, baraj yapımına karşı mücadele ver, doğanın dengesini savun ama Ankara’da Munzur markasında suyu satın alma eğilimine taraf ol.
Su deyip geçilmiyor tabii. Ama “Su akar, Türk bakar” da denilmez. Zaten su akmak, akarken var etmek, büyütmek, toprağı tavına, iklimi seyrine sürmek içindir. Elektrik üretmek için nehirlere set çekilip, dağlardaki çavlanların şişelenmesi için şirketlere verildikten sonra sıra derelere geldiğinde; özellikle Karadeniz Bölgesi’nde dereler sayesinde hayatını sürdürenler suya karşı yapılan operasyona yüksek sesle itiraz etmişlerdi: Su akar güldür güldür, HES’ler doğayı öldürür. Hele Kazım Delal adında doğasına aşık bir insan vardı, olayı mahkeme kapılarından geri püskürtmek için kaç ineğini sattı.
Demek ki suyun olacağı (doğrusu) akmasındaymış. Demek akan bir dereye “HES” denilen o kelepçeden takılarak suyun aktığı yatak kurutuluyorsa işin doğrusu o suyun sesine kulak vermekteymiş. Suyun sesine kulak vermek demişken lütfen gözünüzü hafif kapatın ve su sesini hayal edin ki içiniz yıkansın… Suya söz anlatılmaz ya da anlatmakta ısrar edilmez. O can veren, gerektiğinde can alan, yıkan ve kurandır. İnsanın öğretilmiş, politika haline getirilmiş parasal ilişkileri suda işlemez! Yok illa da işletilirse bunun insan ve diğer canlılar için bedeli ölüm-kalım sınırı olarak kapıya dayanır.
Evrenimiz ve doğamızın özü diyalektiktir. Canlı varlık olarak bir karınca, bir balık, bir insan, bir ısırgan otu da onun sarmalındadır. Her şey birbirine bağlı olmasaydı suyu kendi yerinde durdurur, yapmak istediğimizi yapar ardından öte yandaki normale geri dönebilirdik. İnsanın mülk edinme, sermayeyi büyütme ilişkisinin kapsamı altına girmeyecek hiçbir madde olmadığı ve olmayacağı suyun ve dolayısıyla bizim başımıza gelenlerden bellidir. Hava bedava değil desek bunu çokça yadırgayan olabilir. Ama onu bile soluduğumuz boşluktan boşluğa fark vardır.
Belki de tüm bunlara tek bir cümle yeterdi: Mülkiyet düzeninde meta olmayacak hiçbir şey yoktur!