Parkta para harcamazsınız. Bankta oturma, gökyüzünün altında, güneş ışığıyla ağaçlarla baş başa dinlenme ya da başkalarıyla sohbet deneyimi; ticari herhangi bir getiri sunmayan bu kendilik hali beton bir labirentte neon ışıkları ve parlak vitrin zarafetinin üstenciliğinde yoksunluk duygusunu kamaştırarak tüketme arzusu ve deneyimine dönüşmelidir.
Mecidiyeköy’de yüksek bir kulenin penceresinden aşağıya bakıldığında tıpkı derin bir kazı çalışmasında eski uygarlıkların üst üste binen katmanlarının sırasıyla ortaya çıkması gibi bir kentin kapitalist evrimleşmesinin izlerini analiz edilebilir. Nasıl ki arkeolojik katmanlaşma antropolojik bilgiyi bize tarihselliğin bilimsel ışığıyla nesnel bir biçimde sunuyorsa şehrin dokusundaki değişimler de aynı perspektiften nesnel bir toplum kavrayışı sunabilirler.
Dar sokaklar boyunca birbirine yaslanmış bakımsız apartmanlar, gökdelenler, kuleler, AVM’ler dikey rezidans ve plazalar, sık aralıklarla yükselen minareler, trafik yoğunluğu içindeki arabalar gri bir pusun içinde bakışımsız, kopuk, birbirlerinden habersizmiş gibi var olurlar. Minare sayısı artıkça gökdelen ve AVM sayısı artar; parklar, yeşil alanlar; spor/sanat/kültür binaları azalır; tersi de doğrudur. Finans kapital, devletle birlikte kente ve doğaya çökerek devasa zenginlik yaratırken dine her şeyden çok daha fazla ihtiyaç duyar.
Mecidiyeköy, Levent, Maslak hattı bu tür bir neo-liberal sınıfsal gerçekliği belki de en iyi yansıtan havzalardan birisidir.
Kapitalizmin gelişimine koşut olarak 19’uncu yüzyıl uluslaşma hareketleri başladığında Balkanlar’dan kaçıp gelen Türkler’in bir kısmı Abdülmecit tarafından bugünkü Mecidiyeköy bölgesine yerleştirilir. Buradaki arazilerde uzun süre tarım ve bahçecilik yaptıktan sonra Boğaziçi köprüsü, bağlantı ve çevre yollarının yapımıyla birlikte artan trafik yoğunluğu, kirlilik ve gürültü yüzünden tek katlı evlerini ve karanfil tarlalarını müteahhitlere ve iş adamlarına ucuza kaptırıp başka bölgelere giderler. Sermaye büyümesini ve genişlemesini artı değer sömürüsünün yanı sıra kamusal sosyal mekâna, araziye ve doğaya el koyma, rant yaratma yoluyla sürdürür. Kendini büyütüp merkezileştirirken alt sınıfları mülksüz yoksul kalabalıklara dönüştürür.
Tek katlı evlerin yerine, düzgün bir şehir planı olmaksızın birbirine yaslanmış halde inşa edilen eğreti apartmanlar altmışların gelişen sanayi toplumunda ücretli çalışanların yaşam alanını oluşturmaktaydı.
Bölge, çevre ve bağlantı yollarının gelişmesi, giderek toplu ulaşımın merkezi olması nedeniyle Sanayi Mahallesi Levent hattına pek çok fabrika ve küçük tip atölye alanları inşa edildi. Yokuşlarında, dere boylarında işçi konutları artarken ana cadde ve civar meskenler iş yerlerine çevrildi.
Merkez bölümlere hizmet, ticaret, finans sektörlerini kapsayan ofisler, iş merkezleri, lokantalar, mağazalar dolarken arka ve aşağı sokaklar balkonlarındaki çamaşırların, çatılardaki paslı çanakların, yemek kokularının varlığıyla bugün daha çok Suriyeli ve Afrikalı göçmenlerin yaşadığı düşük gelirli konut alanlarına dönüştü. Caddenin diğer tarafındaki Fulya’nın düzlük kesimlerinde ise beyaz yaka orta sınıftan görece yüksek gelirlilerin oturduğu daha şık apartmanlar inşa edildi. Bir caddenin veya kavşağın yoksullarla zenginleri birbirinden ayırdığı, varoşu nezihten kopardığı kent tarzı, gelir uçurumunun fazla olduğu neo-liberal sömürü coğrafyalarına özgüdür.
Günümüz kentlerine faşist yönetimler ve tröstlerin kâr hırsı şekil veriyor
Çarpık sanayileşmenin belirlediği sınıfsal şehir siluetine doksanlardan sonra neo-liberalizm damgasını vurdu. İğreti yataylığın yerini soğuk beton ve dikey yapılaşma aldı. Fabrikalar taşındı. Yerlerinde sanayi ve finans tröstlerinin iş kuleleri ve otelleri yükseldi. Parklar, bahçeler, korular, ormanlar, kültür sanat alanları, kıyılar neo-liberal şirketlerle merkezi/ yerel hükümet arasında pay edildi. El koyarak yaptıkları milyar dolarlık projelerde büyük bir emek sömürüsü ve işçi kanı var.
Bir likör fabrikası örneği
Mecidiyeköy’de Tekel’e ait likör fabrikasının kurulu olduğu arazi neo-liberal el koymanın en çarpıcı örneklerinden birisidir. Elli dönüm arazinin geniş bir kısmına likör yapımında kullanılan nane kekik ve ada çayı ekiliydi. Kamuya ait elli dönüm bu değerli arazi, Karayolları ve Stadyuma ayrılmış kısımlarıyla beraber devlet/ iktidar/ holding konsorsiyumlarıyla, milyar dolarlık Zorlu, Torunlar ve Viatrans-Meydanbey projeleriyle kamu kaynaklarına el koyma, yerinden etme, metalaştırma ve özelleştirme süreçleri işletilerek neoliberal küresel finans kapitalin kâr kaynağına dönüştürüldü. Torunlar İnşaat’ın yaptırdığı lüks merkezde kulenin asansörü yere çakılmış 10 işçi feci şekilde yaşamını yitirmişti. Her tekil ya da toplu iş cinayetinde patronun ve üst yönetimin korunması ve cezasızlık neo-liberal despot rejimlerin kuralıdır.
Rantı yüksek bölgelerde kamuya ait park okul hastane fabrika arazilerinin kıyı alanlarının rüşvet, yolsuzluk, hukuksuzluk düzeniyle, plan tadilatı ve yasa değişiklikleriyle yandaş holding ve çok uluslu yabancı şirketler arasında pay edildiği, milyarlarca dolar kazanç sağlandığı süreçlerdir bunlar. Genelde halkın cebinden çalarak yaşam alanlarını sermaye için metalaştıran bu hırsızlık yağma düzenini çoğu yoksul ülkede başkanlık sistemleri ve faşist/ diktatöryal/ otoriter yönetim biçimleri ayakta tutar. Neo-liberal çarpma çırpma süreçlerini bürokratik işlemlerden, hukuksal engellerden kurtarmanın ve hızlandırmanın yolu kısmi burjuva demokrasilerinden çark etmektir. Dünyanın en dipteki yoksul çoğunluğunun bulunduğu ülkelerde yozlaşmış faşist/otoriter iktidarlarla küresel sermaye birlikte iş tutar. Mülksüzleştirme ile aşırı sömürü süreçleri gerek iş cinayetleri gerek soykırım ile öldürme ve yerinden etme süreçleri işletilir. Kuala Lumpur’da ya da İstanbul’da gökdelen ve kule yarışlarının arkasında aynı Neo-liberal iştah vardır.
Alışveriş ve ruhsal metalaştırma
Kentlerin metalaştırılma hikâyesi sadece kamu kaynaklarına el koyarak, onları gökdelene, rezidansa, plazaya, AVM’ye çevirerek sermaye birikimin sağlamayı içermiyor. Aynı zamanda insanın ruhsal metalaşmasının, “insanlıktan çıkarılmasının” da hikâyesi bu. Kentlerde, kırsalda el konulan alanların önemli bir kısmı tarihi ve kültürel miras. Ortak kültür, tarih, doğa, bellek yok edilirken insan tüketimden başka bir vasfı olmayan bir nesneye dönüştürülüyor.
Post-fordist tüketim çağındaki ücret, emeği sadece ertesi güne yeniden üretmenin değil çeşitlenen üretimin artı değere dönüşümünü garanti edecek meta hedonizminin de bir sağlayanı olmak durumunda. O yüzden neo-liberal kapitalist aşamada, kentlerin mekânsal olarak metalaştırılmasında tüketim merkezlilik esastır. Küresel kapitalizm; postmodernist çeşitliliğe, çok kültürlülüğe dönük söylemlerini üretirken kâr özgürlüğünden yola çıkar. Hangi kimlikten, aidiyetten olurlarsa olsunlar onların arzularını yönlendirmek ve tüketim hedonizmini sürekli canlı tutmakla ilgilenir. Bu, kültürel alan için de geçerlidir.
Doksanlara kadar birçok semtte geniş yeşil parklar, korular ve çocuk oyun alanları vardı. Doksanlardan sonra vahşi kapitalist beton saldırdı; yerlerinde AVM, plaza ve rezidanslar yükseldi.
Parkta para harcamazsınız. Bankta oturma, gökyüzünün altında, güneş ışığıyla ağaçlarla baş başa dinlenme ya da başkalarıyla sohbet deneyimi; ticari herhangi bir getiri sunmayan bu kendilik hali beton bir labirentte neon ışıkları ve parlak vitrin zarafetinin üstenciliğinde yoksunluk duygusunu kamaştırarak tüketme arzusu ve deneyimine dönüşmelidir.
Post-fordist tüketim çağındaki ücret, emeği sadece ertesi güne yeniden üretmenin değil çeşitlenen üretimin artı değere dönüşümünü garanti edecek meta hedonizminin de bir sağlayanı olmak durumunda.
O yüzden neo-liberal kapitalist aşamada, kentlerin mekânsal olarak metalaştırılmasında tüketim merkezlilik esastır. Küresel kapitalizm; postmodernist çeşitliliğe, çok kültürlülüğe dönük söylemlerini üretirken kâr özgürlüğünden yola çıkar. Hangi kimlikten, aidiyetten olurlarsa olsunlar onların arzularını yönlendirmek ve tüketim hedonizmini sürekli canlı tutmakla ilgilenir. Bu, kültürel alan için de geçerlidir.
İnsanlar artık sıradan bir seyirci, okuyucu, alımlayıcı değil, sunulan her şeyin gösterim kurallarını, içeriklerini AVM yönetimlerinin ve işletmelerinin belirlediği bir tüketiciler ordusudur… Yönetimler yer yer prodüksiyon şirketleri ile birlikte üretimler yapabiliyor.
Çehov‘un “Vişne Bahçesi” için yobaz ve dolar milyarderi ABD eski başkanı Trump’ın ikiz kulelerine, Kafka’nın “Dönüşüm“ü için inşaat işçilerini üstleri kirli olduğu gerekçesiyle içeri almayan Profilo AVM’ye, “Kuğu Gölü“nü izlemek için Zorlu Holding’in maksimum inşaat alanını hukuk dışı şekilde artırarak alt yapıyı, trafiği ve şehir siluetini altüst ettiği gökdelenlerine yolculuk yapmalısınız. Artık sanatsal mekanlar sokağa açılmıyor. Çoğu, finans kapitali ihya eden alışveriş merkezlerinin girişte ve çıkıştaki mağaza vitrinleri tarafından kuşatılmış durumdalar ve bu vahamet yaşamın olağan akışından sayılıyor. “AVM’ye gelmişken bir de sinemaya gitmek, tiyatro oyunlarını merak etmek, kitap imzalatmak…” Güvenlikten geçme, yürüyen merdiven hilesiyle tüm vitrinlerin önünden dolanma, üst katta gürültülü yeme içme faaliyeti arasından sinema salonuna geçme, çıkışta vitrin labirentine dalma işlemleri yeni sanat mekanımızı oluşturuyor.
Dönüşüm de Vişne Bahçesi de sanatsal deneyimin sınır aşan, baş kaldıran gücünden, toplumsal sorgulamanın sarsıcı etkisinden kurtuluyor, birazdan parlayacak vitrin ışıklarının altında anlamdan yoksullaşıyor. Samsa’nın bir pazarlamacı olarak kendini değersiz hissettiği alegorinin etkisi bir ayakkabı vitrininin yeni tasarımları arasında sönükleşiveriyor. Her gün sevmediğiniz işlere sürüklenerek sevmediğiniz bir mekânda uzun bir zamanı geçirmenin, düşük ücrete ve yoksunluğa zorunlu olmanın, gün boyunca yaşanılan olumsuz duygulanımların yabancılaştırıcı etkisini hissetmeden, içinizdeki böcekle yüzleşmeden kendinizi çoğunlukla yoksunluğunu çektiğiniz ürünlerle dolu vitrinlerin arasında mekik dokurken buluyorsunuz. Aristo’nun “katarsis”i; duygusal kapılma, büyülenme hissi bu kez vitrindeki renk renk nesneler sayesinde gerçekleşiyor.
Metalaştırılmış kentsel mekanlar bizimle adeta görünmez bağlarla sağlanan aitlik ilişkisi kurarlar. Bu labirentte çıkış yoktur. Bedenlerimiz ayrılsa bile ruhlarımız oraya aittir. Yeme içme, giyinme, eğlenme edimleri sadece doğal ihtiyaçların giderilmesi değil aynı anda fetiş hale getirilen bir alışveriş faaliyeti olması nedeniyle Marx’ın deyimiyle hayvani yanımızı türsel özelliğimiz olan zihinsel insan faaliyetimizin yerine geçirerek aynı zamanda emeğin bir bölümüne ödenen ücreti metanın kölesi yaparak insanın kendine yabancılaşmasını sağlar. Bugünün tüketim toplumunda aitliği pekiştirmek için düşünsel zihinsel etkinlik, yaratıcı etkinlik, sanatsal alımlama gibi insanın türsel faaliyeti için gerek duyduğu gereksinimleri de AVM’ler, plazalar, oteller, bankalar bünyelerine almıştır. İnsanlaşma faaliyeti hiçleşme faaliyetine dönüşür. Tiyatroya sinemaya konsere gitmek, atölye düzenlemek, konferans vermek, bilimsel, felsefi, sanatsal kongre yapmak, sergi açmak, kitap imzalamak, kitap yayımlatmak, prodüksiyon yapmak gibi tüketim hazzının yabancılaştırıcı etkisi altında her şeye imkân vardır. Sanat tahakküm kurumlarına, iktidara baş kaldırıcı, sınır aşıcı, sorgulayıcı değil mekânın tüketme duygulanımları gereği uyumlaştırıcı ve uysallaştırışıdır. Gücümüzü, duygulanımlarımızı belirleyen ve gerçekleştiren şey fiziki iştahımızın hemen yatıştırılmasıdır. AVM’lerde sergilenen sanatsal işlerde, yönetim veya işletme rabıtalı karar verici ile sanat üreticisi arasında sanatın özerkliğini asla konu etmeyen verili-normalleştirilmiş bir uzlaşma vardır.
Mağaza ürünü tadında sanat
Walter Benjamin’in 1871 Komün sonrası Paris’inde tıka basa ürünlerle dolu pasajların görkemi üzerinden montaj tekniğiyle kuramsız şekilde anlattığı fetiş meta henüz sanatsal kültürel mekânın tüketimdeki pragmatik değerini ve cazibesini keşfetmemişti. Benjamin fotoğraf, sinema, müzik plağı, baskı gibi teknik gelişmelerin analizini sanat nenesinin kopyalarının üretimi ve metalaşması üzerinden yapmıştı. Sanat nesnelerinin kopya ve baskıyla yeniden üretimi, sanat eserinin belirli bir mekân atmosferinde hakiki-törensel sunumunu, gelenek içinde yerleştirildiği kült değeri, tek olma halini, büyüsünü ortadan kaldırıyordu. Bir el yazması kitabın, kilisede sergilenen bir Orta Çağ resminin, katedralde verilen görkemli bir konserin, kral ve avenesine okunan şiirin yerini herkesin para verip ulaşabileceği çoklu üretimler alıyordu. Kalıcılık yerine geçicilik, biriciklik yerine yeniden üretim… Metaların kâr dünyasında külte, sürekliliğe yer yoktu. Ancak yenilik yapılmış nesnelerin arzı tüketicide yeni bir satın alma arzusu uyandırırdı. Modernizmin bireye ve biçime odaklanma ve içeriği toplumsallığın nesnel kavrayışından soyutlayarak değersizleştirme girişimi olarak ortaya çıkmasında aydınlanmanın yarattığı hayal kırıklığının yanında fetiş metaya dayanan kapitalist dayatma bir tarihsel sürecin parçaları olarak diyalektiktir… İkinci Dünya Savaşı sonrası post-fordist üretim yığınları tüketime çekmenin ve tümüyle oraya ait kılmanın bir yolu olarak yeme içme eğlenme kültür sanat vb. her şeyi içine alan yaşam merkezlerini ve devasa alışveriş mekanlarını üretti. Sanat eserinin andaki hakiki sunumu yeniden dönüş yaptı. Her semte bir tiyatro-konser salonu, bir müze-galeri yerine her semte bir AVM… Fakat yeni sağlanan atmosfer sanat eserinin değerini büyüsünü artırmak yerine alışverişin kısırlaştırıcı, yavanlaştırıcı hazzı üzerinden onu değersizleştiriyor, sıradanlaştırıyordu. Geniş arazileri ucuz yoldan elde etmek ve üzerine devasa gökdelenler plazalar oteller AVM’ler dikerek hem milyarlarca dolar kâr yapma hem de AVM’leri tüketim merkezleri haline getirme yoluyla sermaye genişlemesini sağlamak yeni neoliberal kültür politikalarını oluşturuyor. Kültür de sanat da çocuk oyun parkı da eğlence de AVM’nin içinde… Heveslendir ve getir… Nasılsa o bir tüketici…
Soyut sanat ve bireysel temayla içerik sorunundan kurtulan sanatçı izoleliğini ve boşluğa sürüklendiğini fark edince öznellikler üzerinden içeriğe dönüş Süpermen gibi imdadına yetişti. Böylece ekolojiden kadın sorununa, queer yaklaşımlardan etnik inançsal problemlere kadar geniş bir yelpazede bulduğu sorunları tarihten kopuk bir görecelikle araçsallaştırmanın ve nihayetinde mutlaklaştırmanın olanağını buldu. Zamanın baskın ideolojisine uygun olarak gerçekçiliği sabote eden sanatçı göreli ile mutlak ya da somut yaşam ile soyutlama arasındaki diyalektik bağın toplumların süregelen üretim aşaması gelişimiyle ve sınıfsallıkla dolayımını kuramadı. Parodoksal şekilde Derrida gibi yapısökümcülerin kâbusu olan duruma, mutlak evrensel bilgiye, bir’in hegemonyasına feminizm, ekolojizm, anti türcülük, cinsiyetsizlik gibi meselelerin öznelci kavramsallaştırması yoluyla yenik düştü. Hem de insanı ve insan merkezciliği kapitalizmden ayrı alan nihilist “sanat” eserleriyle…
Giderek yirminci yüzyıl; emperyalizme teslim olmak zorunda kalan ulusal devrimleri, kısa süren sosyalist devrimleri ve karşı devrimleri ile halklar açısından yirmi birinci yüz yıla yenik evrildi. Özellikle sosyalizmin yıkılmasıyla doksanlardan bugüne süre gelen egemen sanat ve felsefe alanındaki yeni dünya düzeni; neoliberalizmin postmodern anlatıyı hâkim kıldığı bir teslimiyet çağıdır.
Direniş sürüyor ama kendinin tekrarı olarak…
Sanat alanında emeğin, doğanın ve kentlerin metalaştırılmasına karşı gerçekçilik tutumuyla pozisyon almak devrimci sanat anlayışlarının varlığıyla ve mücadelesiyle süregiden bir durumdur.
Sanatçının eserleriyle, çalışmalarıyla siyanüre, yıkıma, toza, dumana, dinamitlenmiş dağlara, betona, susuzluğa karşı çıkması onun duyarlılığıyla ilgilidir ancak sokağa çıkarak mücadeleye katılarak yaratıcı etkinliğini sokağın, mücadele mekanlarının bir parçası yaparak direnmesi süreçlerini büyük toplumsal kırılmaların içinde bulabiliriz. Tekil ya da çeşitli kolektif gruplar halinde ülkemizde ve dünyada devrimci sanatçılar gerek yaratıcı etkinliklerinde gerekse toplumsal kalkışma anlarında sokağa taşarak gündelik hayatın ve politik eylemliliğin içinde var olmaya devam ediyorlar. Kent alanlarının ve doğanın ele geçirilmesine, sermaye için araçsallaştırılmasına karşı neoliberalizme ve kapitalizme karşı pozisyon alıyorlar. Çeşitli müzik gurupları, müzisyenler, ressam ve heykeltraşlar, şairler, yazarlar, performansçılar ülkenin dört bir yanında vahşice saldıran HES ve maden şirketlerine, nükleer santrallere, kıyı talanına, gökdelenlere, AVM’lere, yeşil alanların, sit alanlarının imara açılmasına, zehirlemeye, hastalandırmaya, yerinden etmeye, mülksüzleştirmeye karşı direniyorlar. Bu mücadelenin belki de en önemli başlangıçlarından biri emek sineması direnişiyle hemen akabinde gerçekleşen büyük Gezi kalkışmasıydı.
Şehrin az sayıda sanat merkezlerinden biri olan AKM’nin kapatılması, kültür sanat caddesi olan Beyoğlu’nun büyük şirketlere açılması, Emek Sineması’nın yerine AVM yapılmak üzere kapatılması, Taksim’in merkezindeki halkın tek yeşil alanı olan Gezi Parkı’nın büyük şirketlerin kârına açılma planı; öncesinde iktidarın olagelen siyasal baskısının, bireysel haklara ve varoluşa doğrudan saldırısının, küfür söyleminin ve pek çok toplumsal, sınıfsal sorunun birikmesiyle halkta bir kopuş yarattı. Neo-liberalizmin sömürü biçimleri dünyanın farklı ülkelerindeki tarihsel ve toplumsal koşullara uygun olarak farklı araçsal akılları devreye soktu. İslam’ın araçlaştırıldığı bizim gibi ülkelerde bireysel özgürlükler, yaşam tarzı, kadın bedeni, alkol, eğlenme, cinsellik üzerinden gelişen kuşatmaya karşı verilen mücadele postmodern eleştirinin emek mücadelesinin önüne geçirilmesiyle beraber teorik ve pratik alanda feminist, çevreci ve LGBTİ+ hareketlerle birleşti. Gezi bu anlamda ekonomik nedenlere ortaya çıkan ve doğrudan sınıfsal talepler içeren Arap Baharı, Wall Street Occupy, Dünya Sosyal Formu, Sarı Yelekliler gibi ayaklanmalardan ayrılır. Yine de bu kendiliğinden yanı ağır basan eylemliliğin içinde sol- sosyalist mücadele guruplarını barındırması, bireysel özgürlüklere, doğaya ve kente saldıran araçsal iktidar aklının neo-liberalizm ve kapitalizmle az çok bağlantısını kurmuştur. 21’inci yüz yıl ayaklanmalarında Şili’den İspanya’ya, ABD’den Fransa’ya eksik olan bilinç ise bireysel, ekonomik, kültürel, doğasal, kentsel, evsel, yurtsal hayatımıza yönelik tüm neoliberal saldırıların kapitalizm ortadan kalkıp, emek sömürüsü ve sınıflar sonlandırılmadıkça devam edeceğidir.
Ortaya çıkan pek çok slogan, duvar yazısı, görsel, video, müzik çalışması içerdiği ironi, mizah, yergi, metafor biçimleriyle her bireyin sanatçı yönünün olduğunu ve bunu geliştirebileceğini göstermesi bakımından önemliydi. Sanat elitin kulesinden sokağa iniyor, gaz bombalarının ortasında değişimi dönüşümü isteyen her bireyin bedeninde tutuşuyor doğrudan varlık kazanıyordu.
Sanatla direnişin Gezi üzerinden ilgisini kurarken ayaklanma mekanlarındaki bedenlerin yaratıcı eyleminin var olması ve ortaya konan üretimlerin sanatsal bir sarsıcılık var etmesi açısından insanın toplumsal kurtuluşunun gerçek devrimci dinamiğinin ne olabileceğini sorgulamak gerek. Gezi mücadelesi sadece sanatçıları değil aynı zamanda eyleme katılanları yaratıcı ve üretken kıldı. Ortaya çıkan pek çok slogan, duvar yazısı, görsel, video, müzik çalışması içerdiği ironi, mizah, yergi, metafor biçimleriyle her bireyin sanatçı yönünün olduğunu ve bunu geliştirebileceğini göstermesi bakımından önemliydi. Sanat elitin kulesinden sokağa iniyor, gaz bombalarının ortasında değişimi dönüşümü isteyen her bireyin bedeninde tutuşuyor doğrudan varlık kazanıyordu. Bu sanatsal akışı, geçirgenliği bütün dünya meydanlarında aynı coşkuyla bugüne değin görmek mümkün. Kaç çocuk doğuracağına, içmeye, gezmeye, giyinmeye sevişmeye yönelen saldırı karşısında tepki bunların doğal bireysel hak ve özgürlük olduğu kabulünden doğar. Kapitalist aydınlanma, bu serbestliği sermayenin gündelik çıkarlarına yönelik bir tehdit olarak görmediği için özgülük alanında bırakmakta beis görmedi. Fakat din ve milliyetçiliği koşullara göre araçsallaştırmaya her zaman ihtiyacı vardı. Yaşam tarzının özgür olmasını aydınlanmanın bir sonucu olarak bilincinde tutan modern birey sınıf bilinci olmadan emeğinin özgür olmasının ne anlama geleceğinin farkında ve ihtiyacında olamıyor, bu öz bilinç sürekli olarak burjuvazinin iktidar erkince engelleniyor. Oysa emek özgür olmadan, onu özgür kılacak sınıfsız toplum olmadan sermayenin araçsal aklı her zaman devrede olacak, özgürlükleri kendi çıkarına göre düzenleyecek, doğayı, kenti, insan emeğini metalaştıracak, ele geçirmeyi, savaşları, çatışmayı sürekli kılacaktı. Her tür metalaşmaya karşı direnmek, mücadele etmek sınıfsız toplumu inşa sürecine girişmekle gerçek yaratıcı kolektif bir eylemi örgütleyebilir. Zamansal mekânsal ve duyulur olanın paylaşımı, heterojen bir biçimde kadın, genç, çevreci, anti türcü, LGBTİ+ aktivisti gibi farklı öznelerin ortak bir direniş deneyimine girmeleri yaşamı özgürlük ve estetik boyutlarıyla kökten dönüştürmeye yetmez. Tarihsel ve somut olarak devrimci dönüştürme potansiyeliyle varlık kazanan proletaryanın sınıf bilinçli önderliği ve programı şarttır. Sanatın hakiki direnişi de devrimci ve yaratıcı bir kolektif eylemlilikten ve proletaryanın sınıfsız kolektif dünyayı kurma imkân ve gereğini anlamaktan ve bu bilinci eylemekten doğar.