Eleştirmen azlığı, kuramsal çalışmaların hem az hem de ithal olmaları doğal olarak eleştirinin istenilen düzeyde olmasını engelliyor. Şunu sormalıyız: Bu ülkede kuramsal çalışmalar ama her alanda neden yeterli değildir? Belki de bu sorulara verilecek tutarlı cevaplar eleştirinin önünü açacaktır.
Sanatın birçok işlevinin yanında yaşamı yansıtmak ve üretmek gibi özellikleri de vardır. Doğamız ve tarihsel birikimlerimiz sanata bu bulunmaz verileri sağlar. Zengin materyalin nasıl sunulacağı ise sanatın işidir. Doğal olarak, temanın nasıl verileceği biçimsel arayışı da doğurur. Her biçim bir ifade türü yaratır: şiir, roman, öykü, heykel, müzik… Bugün büyülü köklerinden uzak, özgürlüğünü ilan etmiş ve disipline dönüşmüş sanat var. Bizim için lüks değil zorunluluk derecesinde. Nesnelerimizde bile estetik var. Sanat, insanın tinsel sıçramasının en güzel örneği oldu.
Yaşam ve sanat birlikteliğini, Proudhon şöyle gösterir: “Bilinci üreten ve harekete geçiren sanat, insanla ve toplumla beraber doğmuştur. İnsanlığın ilk gününden bu yana, bir fantezi olarak değil, varlığın temel dışavurum biçimi ve var olma koşulu olarak sanat vardır. Sanat gerçekliğe, varoluşun mahremiyetine nüfuz eder ve sanat insanlığı ihtişamlı bir manto gibi örter. Sanat insanlığın kaderidir hem de onun amacıdır. Tüm yaşamımız, sözcüklerimiz, en sıradan olanları dâhil tüm eylemlerimiz, oturduğumuz yerler, yani yapıp ettiklerimizin tümü, tüm varoluşumuz sanatı çağırır ve sanat tarafından varlığının açığa çıkarılmasını arzular. Bu bizi kabalıktan, banallikten, sıradanlıktan, basitlikten kurtaracak, bizi uygarlaştıracak, kentlileştirecek, bizi parlatıp yüceltecektir.” (Sanatın Prensibi, s. 262) Sanatın değeri ve vazgeçilmezliğini böylece saptayabiliriz. Bunu anladığımız yerde yolumuz nitelikli eleştiriye de çıkacaktır. Öyle görünüyor.
İyi de sanat yekpare değil ki! Ortaya çıktığı andan günümüze, sınıfsal yapı içinde evrim geçirmiştir. Herkes sanatı bir yerinden çekiştirip kendisine benzetmeye çalıştığı için, artık sanat derken, “Nasıl sanat?”, “Kimin için sanat?” tarzı sorular çakılıyor aklımıza! İlkel zamanlardaki sanat için saf dersek uzlaşırız hepimiz. Ama günümüzde saf sanat; sermayenin yaptıklarını gizleyen araca dönüşüyor. Sorunların sınıfsal temelli estetikle yansıtılmasına katlanamayanlar saf sanat teranesini icat ediyorlar. Sanat eserinde ideoloji/siyaset olmaz, diyorlar. Diyorlar ama eleştiride yetkin olmadıklarından süslü bir söylemin ötesine geçemiyorlar. Kuramsal olarak söylenmesi gerekeni yine düşmanları söylüyor, yani sosyalistler: “Estetik dogmatizm… ‘önce siyaset, sonra sanat’; dogmacılığın parolası işte budur. Böyle bir yalıtlaştırma sanatın özüne ters düşer. Sanat, ustaca boyanmış bir ideoloji değildir; siyasal anlam, yapıtın dokusunda bulunur ve ondan önce gelemez, ayrıca kendisini orada özerk bir biçimde de gösteremez.” (Avner Ziss, Estetik, s.53) Dikkat ettiniz mi? Tam da sanatın neliği’ni konuşmak istediğimiz yerde, sanatın yanına ama ondan bağımsız bir disiplin koyuyoruz; eleştiri! Sanat evrenini görmek için yolumuzu eleştiriden geçirmek zorundayız. Sanatın neliği sorunu yetmiyormuş gibi bir de eleştiri neliği çıkıyor karşımıza. Hele günümüzde… Eleştiri kuramlarının neredeyse eleştiri mühendisliğine şeklinde ortaya çıkması tetikte durmamızı gerektiriyor.
Sanat eserlerinin içkinliğinden gelişen eleştiri hiç dikkatinizi çekti mi? Sanatçı da dâhil! Sanatçının emeği ve farklılığının keşfedilmesi çok eskilere dayanıyor: Mısır’a! Antik Mısır’da sanatçı resmen kutsanıyor: “Elinde keskiyle çalışan sanatçı/ Tarlayı belleyen ırgattan fazla yorulur/ Akşam olunca gelip yatar mı? Ne gezer?/ Kolları koparcasına çalışır/ Ortalığı aydınlığa kavuşturmak için.” (Eski Mısır’dan Şiirler, çev: T. S. Halman)
Dışarıdan bakıldığında Antik Mısır durağan, kölelik sistemince işleyen yapı olarak algılanır. Sanat da beklenmez. Oysa öyle değil! Bakın nasıl? “Dördüncü Amenhotep, Mısır’ın ilk gerçek düşünce ve sanat devrimini yarattı… Sanatçıları gerçekçiliğe yöneltti. İnsanları oldukları gibi, yürürken, oynarken, konuşurken, doğal halleriyle göstermelerini istedi. Uzun süredir kalıplaşan, geleneklere bağlı kalan Mısır sanatı, yüksek estetik değerlere rağmen, gerçeklerden kopmuştu. Akhenaton döneminde hem gerçekçilik hem hiciv ve mizah gelişti. Hatta müstehcen sanat aldı yürüdü. Firavun kendisini güzelleştirmeden gösteren resim ve heykeller yapılmasına da izin verdi. Sakatlığının örtbas edilmesini de istemiyordu.” (agy.)
Firavun Amenhotep (Akhenaton), giriştiği devrimlerden sanatı da mahrum kılmıyor. Sanat, saraydan halka akmaya başlıyor. Bir firavunun sanat için kendisini özneleştirmesi de devrimcidir. Firavunsunuz ve sizi diledikleri gibi yansıtacak sanatçılar! Genel sanat tarihinde, halkın sanatlara konu edilmediği zamanları düşünürsek bunun önemini kavrarız. Toplumcu gerçekçiliğin izleri buraya kadar sürülebilir. Sanat bünyesinde gelişen eleştirel bir şey daha var. Eski Mısır’da Ankhu adıyla şiirler yazan rahip Haheperesenb’in şu şiiri eleştiri açısından dikkat çekicidir: “İşitilmemiş sözler bulsam, garip cümleler söylesem/ Kimselerin kullanmadığı bir dilim olsa/ Tekrarlanmamış, bayatlamamış deyimlerle/ Eskilerin sözlerinden uzaklaşsam” (agy.) Buralardan doğmuş eleştiri!
Tabii, modern anlamda eleştiri ve tarihi oldukça yenidir. Yukarıda sözünü ettiğim ve önemsediğim şey, sanatın kendi bünyesinde, konusunun kaldırabildiği ölçüde eleştiri yaratmasıdır. Burada yöntemsel bir fark var: Modern eleştiri, doğrudan neyi eleştirecekse oradan başlar. Oysa geleneksel sanat, art alan açarak bunu yapıyor. Deyim yerindeyse organik eleştiri! Bu, sanat içinde eleştiriyi yarattığı için değerli ve sanatçının da kendisinin ilk eleştirmeni olmasını sağlıyor: Konu ve uygun biçim kadar her şey sanatçının usunda eleştiriye açık hale geliyor. Söylediklerimizi hatırlarsak; Akheneton’u konu değişimindeki uygulaması ile yeni biçim arayan Ankhu ilk eleştirmenler olarak neden alınmasın? Şunu da düşünmeden edemiyoruz; eleştiri, sanat eserlerinin iç dinamiklerinden (Organik Eleştiri) gelişseydi, daha mı canlı kalırdı? Bu olsaydı, modern dünyamızda olduğu gibi, kıyasıya sanatçı-eleştirmen çatışması da yaşanmayabilirdi. Ama biz artık bir sosyolog gibi davranacağız; olması gerekene değil olana bakacağız. Modern eleştiri vardır ve sanat dünyasına özgün bir müdahaledir. Onsuz olmaz. Tıpkı Hasan Ali Yücel’in söylediği; “Münekkidi olmayan bir edebiyat, efkâr-ı umumiyesi olmayan bir memleket gibidir.”
Şaban Sağlık, “Şerhten Eleştiriye” başlıklı yazısında günümüzdeki eleştiriyi vermeye çalışırken bir toparlama da yapmış: “Doğu- İslam dünyasında şerh ve benzeri disiplinler, Batı’da ise hermeneutik ve benzeri disiplinlerin hepsi, daha önce de değindiğimiz gibi, ‘metni’ inceleme, anlama ve yorumlamanın modern eleştiri öncesi yollarını oluşturmaktadır. Batı dünyası hermeneutik, filoloji, retorik ve poetika gibi disiplinlerin ‘critic’e (eleştiriye) uzanan bir süreçte modern eleştiriye ulaşmıştır. On dokuzuncu yüzyılda aslında batı dünyasında da ‘modern eleştiri’ yoktur. Eleştirinin bir tür olarak gelişmesi o yüzyılın başlarına doğrudur. XIX. yüzyıldan önce eleştiriciler vardı, diyor Thiaudet, ancak eleştiri yoktu. Bununla beraber çeşitli eleştiri türleri XIX. yüzyıl sonra ortaya çıkmaya başlar. Böylece ‘modern eleştiri’ dönemi başlamış olur. Zamanla modern eleştiri de pek çok yan alan ve disipline bölünerek, köklü bir eleştirel birikim oluşmuştur. Buna karşılık Doğu- İslam dünyası başlangıçta tefsir olmak üzere, şerhten doğrudan eleştiriye gelememiş, daha doğrusu tefsir ve şerh süreci, bugün Doğu-İslam dünyasına özgü bir eleştiri üretememiştir.” (Hece Dergisi, Eleştiri Özel Sayısı, s.393)
Özetin özeti: Batı’da modern eleştiri XIX. yüzyılda doğuyor. Doğu toplumlarında cılız bireysel eleştirilerden öteye geçilmemesi hem modernitenin tüm gerekirlerinin (başta Sanayi Devrimi) yerine getirilmediğini hem de sanatların olgunlaşmadığına işarettir. Ayrıca XIX. yüzyıla kadar olan eleştirinin de organik eleştiri olduğunu göstermektedir. Bu süreç, eleştiriyi büyüteç altına almamızı zorunlu kılıyor.
Demek oluyor ki eleştirinin kendi içinde yolculuğu var. Eleştiri: “1. Bir insanı, bir eseri, bir konuyu doğru ve yanlış yanlarını bulup göstermek amacıyla inceleme işi, tenkit. 2. Bir edebiyat veya sanat eserini her yönüyle sağlamak ve değerlendirmek amacıyla yazılan yazı türü, tenkit, kritik 3. Özellikle bilginin temellerini ve doğruluk durumunu inceleme, sınama ve yargılama” olarak tanımlanıyor Türkçe Sözlük’te. Eleştiri yazıları yazana da eleştirmen deniliyor doğal olarak. Tanımında uzlaştığımız eleştiriyi uygulamaya geçirince fırtınalar o vakit kopuyor. Eleştirmen kimdir? Eleştirinin yöntemleri nelerdir? Hangi eleştiri? vs sormaya başladığımızda ayrılıklar derinleşiyor. Hatta eleştirinin öncesi de var: “Eleştiriye geçmezden önce seçik düşünmeğe ve düşündüklerimizi seçik olarak anlatabilecek bir dil kurmağa çalışmak gerek. Eleştiri dilimizi kurmak eleştirimizi kurmak demektir.” (Eleştirmeden Önce, Hüseyin Cöntürk, s.7)
Cöntürk, eleştirmenin taşıması gereken özelliği de şöyle saptıyor: “Eleştirmeden önce bir edebiyat anlayışına varmak şarttır. Bu da her şeyden çok çağımızın duyarlılığının adamı olmak ve aynı zamanda o duyarlılığı kuranlardan biri olmaya çalışmakla mümkündür bizce.” (agy, s.12) Bunlar eleştiri alanıyla ilgili tespitler. Sonrası, eleştirmen esere nasıl yaklaşıyor? Cöntürk’ün ifadesiyle eleştirmen katı mı sıvı mı davranıyor? Yoksa; “Edebiyat tarihi, hala çeşnici zihniyet ve mantığından kurtulamamıştır. O sahada verilen hükümler, hemen tamamen amiyanedir. Mesela üslubu kuvvetlidir, lisana hâkimdir, hassastır, liriktir… gibi hükümler, ilim muvacehesinden hiçbir kıymet ifade etmez. Çünkü anlayış ve imtinan, yerleşebilmek için sağlam toprak arar. Bu amiyane hükümler birer ‘niçin’ mezarıdır ve tamamen şahsidir. Elmayı meyvedir diye tarif etmek elma hakkında bize ne derece amiyane bir bilgi verirse, bir sanatkâr hakkında yukarıda saydığımız hükümleri sıralamak, bizi bundan fazla tenvir etmez.” (Ali Nihat Tarlan, Necati Beg Divanı’na yazdığı önsözden. Hece Dergisi, Eleştiri Özel Sayısı) A. N. Tarlan bu dönemde yaşasaydı acaba ne düşünürdü? Günümüz post- modern rüzgârı altında, bu övgüler “yayınlanmamış eserlere ve/ya yazarlarına yapılıyor. Bu tarz boş övgüler her eleştirmenin harcı değil ya! Kimi eleştirmenler de eserlerin toplumcu gerçekçi estetikle verilmesini isteyecektir: “Eski ve çürük bir şark dünyasını yıktık, yerine çelikten ve taştan bir dünya kuruyoruz. Bu cehennemlik savaş karşısında radyolarımız gazel okuyor, en büyük şairlerimiz göllerde kamış olup sallanmak istiyor, edip dediklerimiz aşk destanları yazıyor! Maden kuyusuna inen, havada uçan, beton insanlarının talihi ile kimler uğraşacak? Bu vazife edebiyatın vazifesi değil midir?” (İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Bizde Edebiyat Niçin Yoktur?, agy.)
Demek ki dönemler değişse de sanat ve eleştirimizin değişmeyen, ortak bir yanı var: Hayattan kopukluk! Dünyada sanat devrimleri tetiklerken bizde niye uyuşuktur? Ne var bu göllerde kamış olmakta ki bizi dünyadan böylesine yalıtıyor? (Hoş, şimdilerde ‘mırıldanıyorlar’ veya ne idüğü belirsiz içsel yolculuklarından keramet eyleyip seslerini bağışlıyorlar okurlara, büyük şairler!) Kendi içerisinde, yaşam ve sanatla bağları da sıkıntılı olan eleştiride akımlardan geçilmiyor ama, ilginçtir!
Sıddık Akbayır, “‘Eleştiri Ne Kadar Nesnel Olabilir’ Sorusuna Eleştirmenler Tipolojisi Açısından Öznel Yaklaşımlar” başlıklı yazısında eleştiri türlerini şöyle vermiş: Açıklayıcı, Akademik, Arketipçi, Benci, Bilimsel, Çözümleyici, Deyişbilimsel, Dışavurumcu, Eğitsel, Eksiztansiyalist, Eleştirel, Esere Dönük, Estetik, Felsefi, Feminist, Ahlaki, Anlambilim, Hermeneutik, Burjuva, Freudist, Gazete, Gösterge, Hümanist, İçsel, İdeolojik, İnaksal, İzleksel, İzlenimsel, Jdanovcu, Kavrama, Kaynak, Kentsoylu, Kompozisyon, Kuralcı, Kusurlar, Linguistik, Metinlerarası, Maddeci, Mitolojik, Nesnel, Okur Merkezli, Olgusal, Oluşum, Ontolojik, Öncü, Öznel, Pozitivist, Post Modern, Psikanalitik, Ruhbilimsel, Saltçı, Sanatçıya Dönük, Sanatsal, Sembolist, Sınıf, Teknik, Sezgi, Sosyalist Marksist, Sözlü, Tanıtıcı, Tarihsel, Toplumbilimsel, Tutucu ve Buyurucu, Üslupçu, Varoluşçu, Vesile, Yapısalcı, Yaratıcı, Yargılayıcı, Yaşamöyküsü(biyografi), Yeni, Yorumlayıcı!
Sadece isimlerini yazar veya okurken yorulduğumuz bu kadar eleştirinin hakkından nasıl gelinecek? (Hepsinin adını bu yüzden yazdım!) İster okur, sanatçı veya eleştirmen olun ne fark eder? Bu kadar eleştiri, bize yol gösterip sanatı da zenginleştiriyor mu peki? Yoksa tersine, sanatın muhatapları ayrıntılarda yollarını yitirsinler diye mi üretiliyorlar? Sınıflı bir dünyada bunu neden düşünmeyelim? Neredeyse seri halde üretilirlerken! Aklıma ne geldi: Sokrates bir gün pazaryerinin önünde uzun uzun bakındıktan sonra şöyle demiş: “Ne kadar çok şey var, işime yaramayan!” Bu, eleştiriler için de geçerli olabilir mi? Asıl sorumuz da şu olacaktır: Emekçil yaşamımıza uygun estetik ve eleştirisine nasıl varacağız?
Ama bu kadar eleştiri türü olmasına karşın, eleştirmen sayısının çok az olduğunu da aynı yazıdan öğreniyoruz: “Yapı Kredi Yayınları tarafından birkaç ay önce yayımlanan Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi’nde yer verilen 2126 yazardan acaba kaçı ‘eleştirmen’ olarak nitelenmiştir? Tanzimat’tan bu yana şiir, öykü, roman ve diğer türlerde ürün veren yüzlerce edebiyatçı arasında eleştirmenlerin acaba yeri nedir? Edebiyatçılar Ansiklopedisi’ne dayanarak yaptığım döküme göre, 2126 edebiyatçı arasında ‘eleştirmen’ kimliği uygun görülen toplam 64 adla karşılaşıyoruz… (Bu isimlerden kimileri de farklı gerekçelerle elendiğinde, H.Ç) geriye 49 edebiyat eleştirmeni kalmaktadır… Bu rakam, Tanzimat’tan bu yana geçen yaklaşık 150 yıllık bir dönemin toplam eleştirmen sayısını belirtiyor.” (Sıddık Akbayır, agy.)
Görülen o ki eleştirmen azlığı, kuramsal çalışmaların hem az hem de ithal olmaları da doğal olarak eleştirinin istenilen düzeyde olmasını engelliyor. Şunu da sormalıyız: Bu ülkede kuramsal çalışmalar ama her alanda neden yeterli değildir? Belki de bu sorulara verilecek tutarlı cevaplar eleştirinin önünü açacaktır.