Sanat, bir bütün olarak var olan ve genel kabul gören ve sorgulanmayanları eleştirinin hedefine koymalıdır. Ama bunu yaparken, biçimde estetiği, inceliği, sanata sanat özelliğini katan anlatı ustalığını ikinci plana atmamak gerekir. Aksi takdirde, sanat kitlelere ideolojinin dikte edildiği kaba bir tarza dönüşür.
1- Sizce bir eleştiri yazısına; başyapıt, inci gibi dizmiş, taş gibi sağlam bir yapı vb. estetik ve eleştiri terminolojisinde yeri olmayan öznel söylemler neden girer?
Buradan yola çıkarak günümüzde eleştiri adı altında yazılanların aslında öne çıkarılmak istenen kişileri cilalama, parlatma amacı taşıyan abartılı “övgü” yazıları olduğunu söyleyebilir miyiz?
-Bütün diğer yanıtları koşullayacak bir önerme ile başlamak istiyorum: Eleştirmenlik diye bir yazarlık kategorisini doğru bulmuyorum. Bir okur olarak kitap tanıtımı yapmak mümkündür. Bir yazar, gazeteci, araştırmacı olarak belirli bir kitap hakkında görüşlerini, değerlendirmelerini ve eleştirilerini yazmak olağan ve normal karışlanması gereken bir durum. Ne yazık ki “eleştirmenlik” gibi bir kategoriyi, kerameti kendinden menkul bazı şahısların hiç de objektif olmayan kriterler üzerinden bir yazarı veya kitabı öznel duygu durumları ya da yazarla veya yayıneviyle olan ilişkisinin durumuna göre kitabın ticari başarısını yükseltmek amacıyla yapılan müdahaleler olarak nitelendiriyorum.
Eleştiri, hiçbir zaman bitmemiş bir yazım süreci içinde yazılan metinler için başyapıt gibi nitelemeleri kullanmaması gerekir. Bu görüşüme dayanak olarak da Nazım’ın bir şiirinin dizelerini alıyorum: “En güzel çocuk henüz doğmamış olandır /En güzel günlerimiz henüz yaşamadıklarımız” dizelerinin de ifade ettiği gibi gelecekte daha iyilerinin yazılması muhtemel bir eser için mükemmel, başyapıt vb. İfadelerin kullanılması doğru değil.
2- Bir eleştirmeni çağdaşları arasında öne çıkararak üretim anlamında diğerlerinden farklı kılabilecek özellikler nelerdir? Örneğin büyük bir yayınevinin editörlüğünü yaparken aynı zamanda eleştirmen sıfatıyla üretimde bulunmak doğru mudur? Günümüzde gazetelerdeki kitap eklerinin içerikten çok reklamla dolu sayfalarında tanıtım amaçlı övgü yazanlara eleştirmen demek doğru mudur?
-Bir kez daha eleştirmen gibi bir yazarlık kategorisi olmamalı diyorum ama (ille de olacaksa) eleştirmen vasfına sahip olmak için üniversal bir eğitim alması ve bu konuda kendisini yetiştirmiş olması yetmez. Aynı zamanda, etik değerleri olmalı ve herhangi bir yayıneviyle ticari bir ilişkisi olmamalıdır. Böyle olması durumunda, yapılacak bütün değerlendirmeler eleştirmenin kişisel maddi çıkarlarını koruduğu kuşkusunun büyümesine yol açacaktır ki tarih bunun örnekleriyle doludur. Geçmişte kimi eleştirmenlerce şaheser olarak lanse edilen kimi kitapların bugün esamesi dahi okunmamaktadır.
3- Eleştirinin özünde olması gereken toplumsal itirazı ve sınıf mücadelesi perspektifini çıkartırsak sizce geriye ne kalır? Bir edebi tür olarak eleştiriyi, tarihsel gelişimini de gözeterek özellikle Marksistler arasında farklı yaklaşımlar olduğunun bilinciyle siz nasıl tanımlıyorsunuz, bunun için sıralayabileceğiniz ölçütleriniz var mıdır?
-Marksizm’in tarih ve kültür açısından önemini vurgulamak ve hakkını teslim etmek gerekir. Marksist düşüncenin ortaya çıktığı zamana kadar, edebiyatı, resmi, insanların birbirleriyle kurduğu toplumsal ilişkileri rastlantısal olay ve olguların bir araya gelmesiyle oluşan bir süreç ya da büyük adamların iradi eylemlerinin şekillendirdiği hikayelerden kurulu öznel bir anlayış bu alana hakimdi. Bu tarihi mesellerin büyük bölümünün uydurma olduğunu belirtememe gerek var mı bilmiyorum.
Marksizm, bu öznel ve büyük kahramanların, kralların, padişahların belirlediği varsayılan tarih perspektifini yerle bir ederek, onun gelişim seyrini belirleyen toplumsal yasaları ortaya koyarak bilimsel bir disiplin haline getirdi. Bunu aynı zamanda, sanatın toplumsal üretim biçimleri ve üretim ilişkileri ile bağlantılarını ortaya koyarak, bu alanların tarihsel gelişim sürecini nesnel ve bilimsel bir temel üzerine oturttu.
Tarihi sınıflar mücadelesi olarak tanımlayan bir anlayış, doğaldır ki sanat ve edebiyat tarihini bu değerlendirmeden ayrı tutamazdı. Örneğin, Marks’ın önemli eserlerinden olduğunu düşündüğüm Grundrisse’de mitoloji toplum ilişkisini ele aldığı bir bölümde, günümüzde bu mitolojinin tanrılarının çaresiz ve komik bir duruma düşeceklerini yazar: Zeus’un yıldırımları paratoner karşısında ne yapabilir ki. Ya da Vulkan (Yanardağlar Tanrısı) dağları delen demir yolu şirketleri karşısında nasıl çaresiz bir konumdadır. (Bunlar kitaptan aklımda kalanlar.) Sanatın kimi parıltılı dönemleri olsa bile ve gelişim süreci toplumsal kültür düzeyinin önünde seyretse dahi kendisini çerçeveleyen zorunluluklardan azade değildir. Buradan hareketle, yapılan ya da yapılacak eleştirinin bu durumu göz önüne almadan, çeşitli sanat anlayışlarının çağının sorunlarını, çelişkilerini doğrudan yansıtmasa da o kültür ikliminin genel çerçevesi içinde şekilleneceğini de-facto kabul etmeden, sanatsal yapıta yönelik yapılan eleştiri kişinin sanatsal yapıt karşısındaki öznel duygularını yansıtmaktan öte bir anlam taşımayacaktır. Nesnel bir sanat eleştirisi ve kuramı toplumsal yaşamın gelişim sürecinden bağımsız değildir.
4- Geçmişten günümüze sanatla ideoloji arasında hep bir ilişki olagelmiştir. Tabii ki bunun bilenen anlamda düz bir ilişkiyi de içerdiği söylenemez. Burjuva ideolojisi, toplumsal yaşamın akışındaki sıradan insanları doğrudan yönlendirir, duygu ve düşüncelerine şekil verir. Böylelikle yerleşik statükonun denetimindeki sömürü çarkının devamlılığı sağlanır. Sanat eseri de bu tür bir yaşama itirazını farklı bakış açılarıyla dile getirir. Tüm bu farklı bakış açıları sanatçının insanı doğru yansıtıp yansıtmama meselesini tartışmayı gerektirir. Bugün örneğin yeni eleştiri, formel eleştiri, yapısalcı eleştiri, postyapısalcı eleştiri gibi adlar altında, edebiyat yapıtları sadece metin olarak ele alınıyor ve sadece biçim, estetik, beğeni yönlerine bakılıyor. Metnin içerikle, bakış açısıyla, içerdiği felsefeyle, ideolojiye ilişkisi yok sayılıyor. Gerçekte eleştirmenin bir görevi de sanat eserinin içeriğindeki çözümleme gerektiren bu işlevini açığa çıkartmak değil midir?
Sizce günümüzde ülkemizde ve dünyada içerik ve estetik anlamında üst düzey bir çözümlemeyi gerektiren bir eleştiri geleneği neden yok olmadıysa da bu denli zayıfladı?
-Elia Kazan’ın “Rıhtımlar Üzerinde” filmini seyretmiştim yıllar önce. Filmde Amerika’daki sınıf çatışmaları, sendikal mücadele anlatılıyordu ve film o dönemde çok parlatılmıştı eleştirmenlerce. Ezilenlerin, yoksulların mücadelesi anlatılıyor diye. Ancak Marlon Brando’nun başrolü oynadığı bu filmde, çelişkiler kapitalist sistemden kaynaklı değil de çalışanlarla, özünde iyi niyetli olan patronların doğrudan ilişki kuramadığı bir ortamda birbirlerini tanıyamamasından, anlayamamasından ve sendikacıların, mafyanın kötülüklerinden dolayı bu olumsuzluğun meydana geldiği, kilise papazının da yardımıyla sistem içinde diyalogla sorunların nasıl güzellikle çözüldüğü anlatılır. Peki, Elia Kazan’ın bir komünist olarak da değerlendirilmesine yol açan bu sübjektif eleştiri ve değerlendirmeleri sanat eserini üreten kişinin ve eleştirmenlerin dünya görüşünden bağımsız olduğunu ileri sürebilir miyiz? Tabii ki hayır. Hatta eleştirmenlerin yapıtla ve yapıtın içerisinde şekillendiği toplumsal ilişkileri öznel bir şekilde ilişkilendirip, kendi dünya görüşlerine uygun bir çözüm yoluna yönelmeleri ve sistemi eleştiriyor gibi görünüp olumlamaları, eleştirinin ne derece önemli ve incelikle, nesnel ölçütlerle yapılması gerektiğinin bir kanıtı gibidir. Filmin ideolojik kutusuna bakacak olursak, liberal sistem iyidir; bazı insanlar bu sistemi kötüleştirir. Tarih bize bunun böyle olmadığını tekrarlamaktadır sürekli.
1980’li yıllarda bir “elveda” furyası başlamıştı tüm dünyada. Sanki sınıf çelişkileri bitmiş, sömürü sona ermiş, yoksulluk çözüme kavuşmuş gibi, sınıf mücadelelerine elveda diyorlar ve tarihin sonunu ilan ediyorlardı. Postmodern ideolojinin temel söylemlerinden birisi her alanı kapsayan büyük anlatılar çağının sona erdiği, her yapıtın ayrı bir evren olduğu fikriydi. Başkaldırıya da proletaryaya da elveda ederek, sınıf mücadelesi veren kesimleri umutsuzluğa sevk edip, bundan ötesi yok anlayışını beyinlere kazımaya çalıştılar. Berlin duvarının yıkılmasıyla birlikte liberal kesimde egemen olan bu ideolojinin fos çıktığı, kapitalizmin vahşi uygulamalarının dünyayı yok olmanın eşiğine getirdiği şu günlerde paralize olmuş bir sanat perspektifiyle sanat eseri analiz edilemez, eleştirilemez. Mevcut eleştiri tarzlarının sorunu çözmekten ziyade batmakta olan geminin su tahliye pompaları işlevi gördüğünü belirtmek gerekiyor.
5- Kavram olarak az önce söz ettiğimiz gibi farklı ifadelere bürünse de günümüzde baskın olan biçimci eleştiri, Kant’ın estetiğine dayanıyor. Sanat eserinin ya da metnin bir nesnel kavrayışı içeremeyeceği iddiası, “Hakikat kavranamazdır” ve eser sadece beğeniye yönelen bir form ifadesinden başka bir şey değildir anlamını taşıyor. Fakat bugün postmodernist okumalarda, metin olarak yalıtılan şey; çevre, kadın, queer gibi genel kavramsal başlıklar ve disiplinler altında içerik değerlendirmesine tabii tutuluyor. Bu durum onlar açısından bir çelişki mi sizce?
Öte yandan bu eleştiri taraftarlarınca içeriğe dönük sınıfsal ve toplumsal bağlamlarıyla tarihsel, diyalektik materyalist bir okuma ve eleştiri yapmak gereksiz görülüyor. Postmodernist eleştirel tutum içindeki bu sanat silahşorlarının sınıfsal ve tarihsel kavrayışa alerjileri nereden kaynaklanıyor?
-Daha önceki sorularda da bu konuya değinmiştim. Yukarıda ifade edilen sanat yapıtının ayrı bir evren olduğu ve sanatçıdan ve toplumsal ilişkilerden, kültürden bağımsız olarak ele alınıp değerlendirilmesi gerektiğine dair bir anlatı hep var oldu. Postmodernist ideolojinin bütünsel bir dünyayı kavramanın ve teorize etmenin imkansızlığına ilişkin düşüncesi her durumu kendi içinde değerlendirmek gerekliliğine ilişkin bir sonuca yol açtı. Birbirlerinden bağımsız parçalar haline getirilen sanatsal ve politik algı süreci, sorunların çözümüne ilişkin sistem karşıtı genel bir politik çözümü imkansızlaştırmaktan başka bir amaç taşımamaktadır. Postmodernizmin bütün ile parça arasındaki ilişkiyi yadsıması ve aralarındaki diyalektik bağı görmemesi; pozitivizmin bilgiyi, bir anın görüntüsünü çeken fotoğraf makinesi gibi öncesiz ve sonrasız olarak algılamamızı öngören karakteri açıktır ki tavrını mevcut sistemin devamından yana koyan ve onu öncesiz ve sonrasız içkin eleştiriye tabi tutarak, insanlığın yaşadığı sorunların çözümünü yine onun içinde tanımlayan/arayan bir görüşün ürünüdür.
Marksist tarih anlayışı, rastlantısallıktan kurtarılmış bilimsel bir alan üstünde tarihi açıklayan, çeşitli sosyoekonomik yapıları bu bağlam içerisinde analiz ederek toplumsal değişim dinamiklerini ortaya koyan ve bunu sınıf çatışmaları ve bu çatışmalara yol açan üretim biçimi ve üretim ilişkilerinin toplumsal dönüşümün ve değişimin maddi koşullarını oluşturduğunu ve son tahlilde bütün tarihsel süreçlere şeklini veren şeyin de bu olgu olduğunu vurgular.
Elbette maddi yaşamın bilgisinin bütününe sahip olmak mümkün değildir ancak hayatı algılama, kavrama ve soyutlayarak bilgi haline getirip, insanlığın bilgi birikimi hazinesine katkı yaparak, mutlak olmayan doğrular üzerinden onun bilimsel bilgisine sahip olmak mümkündür ve insanlık tarihi bunun üzerinde yükselmektedir. Fizik, bunun üzerine inşa edilen mühendislikler, kimya ve bunları anlamamızı sağlayan bir dil olarak geliştirdiğimiz matematik, coğrafya gibi alanlarda yapılan çalışmalarla, araştırmalarla doğanın ve hayatın dilinin çözüldüğü bir vakıadır. Tabii ki bu mutlak bilimsel doğrulara sahip olduğumuz anlamına gelmemekle birlikte, bilgilerimizin mutlak anlamda yanlış oldukları anlamına da gelmez.
Bu temel üzerinden hareketle, çatlamış, yıkılmaya yüz tutmuş bir binayı sıvayıp, cilalayıp bir değişim talep eden insanlara çözüm diye sunmaktan öte bir anlam taşımayan postmodernizmin sanatsal alana ilişkin değerlendirme ve eleştirilerinin de sistem içi kalmaya dönük olması şaşırtıcı olmasa gerekir. Tarihin sonunu kapitalizme endeksleyenler, elbette kapitalizmin ötesinde bir toplumsal sistem kurulup, insanın gerçek bireyselliğini ve özgürlüğünü yaşayacağını ileri süren bir anlayışı yerden yere vururlar.
6- Sizin, yazılarını takip ederek benimsediğiniz eleştirmen veya eleştirmenler var mıdır? Varsa bunun gerekçelerini kısaca açıklayabilir misiniz? Bu eleştirmenlerin edebiyatımızın gelişiminde nasıl bir etkisi olmuştur?
-Uzun yıllar oldu eleştirmenlerin yazdığı bir kitabı okumayalı. Nurullah Ataç, Fethi Naci gibi eleştirmenlerin kitaplarını okudum, gençliğimde. O yıllarda eleştirmenlik popüler bir meslekti. Bedrettin Cömert’in Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şiirlerini eleştirdiği kitabını okumuştum, “Eleştiriye Beş Kala” isimli. Mesela Cömert de kendisini sosyalist bir eleştirmen olarak lanse etse de sonuç itibariyle bu kitabında Hasan Hüseyin’e bol bol övgüler dizmekte, Nazım Hikmet’le Hasan Hüseyin şiirlerini karşılaştırırken Hasan Hüseyin şiirine fazlaca direksiyonu kırdığını fark etmiştim. Nesnel ölçütlerden uzak bu şiir eleştirilerini okuduktan sora fark ettim ki sanat eserini değerlendirmede öznellik her alana sirayet etmiş. Bu nedenle birçok eleştirmeni okumuyorum, okumayı bir zaman kaybı olarak değerlendiriyorum. Hele sanat edebiyat dergilerindeki eleştiri tanıtım yazıları, “beni kolla, seni kollayayım” tarzına dönüşmüş durumda. Amaç reklam olsa gerek. Dergilerdeki birçok tanıtım yazısına baktığımızda, nesnel bir eleştiri yerine bol bol sırt sıvazlama görürüz.
7- Toplumda, eleştirmenlerin pek dostu olmaz ya da eleştirmen pek sevilmez algısı egemen. Sizce toplumun hafızasında oluşan bu algı doğru mudur? Yoksa bu durum edebiyat dünyamızda işlerin doğru gitmediğini gösteren bir duruma mı işarettir?
-Bu soruyu bir önceki sorunun bağlamında değerlendirmek gerekir. Eleştirmenlik, çıkar birliği oluşturulan bir çevre içinde eş dost güzellemesine dönüşmesi nedeniyle ciddiyetini kaybetmiş bir meslek haline gelmişse, saygınlığının kalmaması da normaldir.
8- Kültürel alanın oldukça meşakkatli olan değişim ve dönüşümünde eleştirinin yeri neresidir? Ülkemizde eleştirmenler kültürel alanın değişim ve dönüşümünde nasıl bir tutuma sahiptir? İlerici özelliğini yitiren burjuva ideolojisinin dayattığı post-modern anlayışla biçimciliğe, mistizme, dilsel oyunlara başvurduğu bir yaklaşımla eleştiri nasıl ilişkilendirilebilir?
Sanat, bir bütün olarak var olan ve genel kabul gören ve sorgulanmayanları eleştirinin hedefine koymalıdır. Ama bunu yaparken, biçimde estetiği, inceliği, sanata sanat özelliğini katan anlatı ustalığını ikinci plana atmamak gerekir. Aksi takdirde, sanat kitlelere ideolojinin dikte edildiği kaba bir tarza dönüşür. Biçim ve içerik birbirlerini güçlendirecek, sanatsal üretimdeki art alanın zenginliğini iyi ifade edebilecek, kanıksatıcı olmayan bir karakter taşımalıdır diye düşünüyorum.
İnsanlığa bir mesaj iletme kaygısıyla, biçimin ve anlatı zenginliğinin feda edilmesi de doğru bir yaklaşım değil. Burjuva sanat anlayışının, tarihteki rolünü başarıyla yerine getirmiş sanatçılarından bugün aynı şeyi yapmalarını beklemek veya aynı şeyi yapsalar bile, geçmişte devrimci bir hareketin ifadesi olan sanatsal ve ideolojik içeriklerin günümüzün koşullarında aynı özü taşıyacağını ve işlevi göreceğini söylemek, anakronik bir yaklaşım olur; tarihsel bağlamından koparılmış anlatıların ayakları yere basmaz. 18. yüzyılın toplumunda, burjuvazinin devrim çağında önemli bir rol üstlenmiş olan romantik şiir ve roman anlayışı bugünün toplumunda olsa olsa komedi olarak değerlendirilir.