(…) eleştirinin, temelde bir “özgünlük araştırması” olması, başka deyişle, metnin genel geçer gerçekliğe edebiyatın özgül kalıpları içinde neler eklemleyebildiğinin saptanmasını araştırmakla yükümlü olması, soyut bir zorunluk değil, hem sanatsal pratikten hem teori ve eleştirinin doğasından ivmelenen bir gerekliliktir.
Eskiden Beyazıt Meydanı’nda sık sık ‟mayasıl ilacı” satıcıları boy gösterirlerdi. Kavanoz içindeki yılan ölüsüyle insanların dikkatini çekmeye çalışırlar, kalabalığı topladıktan sonra çoğunlukla küçük bir şişe içindeki sıvıdan oluşan ‟ilaç”ın tanıtımına girişirlerdi. İlkin öyle bir hastalık tanımı yaparlardı ki, ‟mayasıl” ‟kaşıntı” ya da ‟egzama” olmaktan çıkar, vücudun yedi ayrı yerini vuran, yaygın hastalık tiplerinin hepsini kucaklayan bir hastalık oluverirdi. Tek çözümü de, şişedeki o her derde deva sıvıydı. Arada bir safdil, kendi derdini anlatırdı, aldığı cevap ise kestirme ve kısa olurdu, ilaç “bilhassa” o hastalığa iyi gelirdi. Aynısının tıpkısı Red Kit’in “Sahte Doktor” macerasında da vardır.
Okuduğum kimi edebiyat teorisi ya da eleştiri görünümlü yazılar, bana o mayasıl ilacı satıcılarını anımsatıyor. Her anlayıştan, her tutumdan “yüz gram” aktarılarak oluşturulan ve yine her anlayışı, her tutumu okşayan, her kesime gizli selamlarla örülen söz konusu metinlerin hiçbir ilkesi olmadığı gibi, tanımlar göründüğü sorunlara dönük bir kaygıdan yola çıkmadığı da birkaç satır sonra anlaşılıyor.
Rüzgâra Karşı
Sadece edebiyatta değil, genel olarak düşünce alanında da omurgası olan bir tutum sahibi olmak ve farklı anlayışlarla bir arada bulunabilmek, yani despotik davranmadan, sövüp saymadan farklılığı ortaya koyabilmek başka bir şeydir, esen her rüzgârla eğilmek, yön değiştirip durmak başka bir şeydir. İlkinin sonuncunun bahanesi olduğu ilginç bir ortamdan geçiyoruz ve edebiyat eleştirisi de bu süreçten nasibini alıyor. Marksizmi de, yapısalcılığı da, yorum bilgisini de, İslam düşüncesini de en ufak bir ‟ihtirazi kayıt” serdetmeden (çekince belirtmeden) iç içe okkalayan metinler yazmak moda oldu. Oysa eklektizm bilgi değil, düpedüz bilgisizliktir!
Bu tür yazılar, moda kelime ve kavramların çeşni olarak eklemlendiği ‟dönem havası” vurgularıyla nesneleri arasındaki uyumsuzlukla da yukarda andığım satıcıları anımsatıyor. Örneğin, bir şiir kitabı için yazılmış bir ‟eleştiri” yazısı, daha doğrusu bir ‟tanıtım” yazısı okumuştum (pek eleştiri yazısı yazılmadığı için tanıtım yazılarına ‟eleştiri” deyip geçiyoruz). Yazar, bir yerde sözü o günlerde yaygın olduğu üzere ‟slogancılık” konusuna getiriyor, şiirde özellikle siyasal sloganların kullanılmasını eleştiriyor ve ele aldığı şairin böylesi “yanlış” bir tutumdan uzak durduğunu vurguluyordu. Gelgelelim, kitaptan verdiği örnekler, hani slogancı şiir için en tipik örnekler aranacak olsa bulunup verilebilecek örneklerdi. “Rüzgâra uymak” da değil, daha zoru, nesnesini, eldeki örneği çekeleyip “rüzgâra uydurmak” yani.
Kimi dergilerde klişe söyleyişleri doruğa çıkarmış örneklerin ne kadar “özgün” söyleyişler olduğuna dair yazılar okuyabilirsiniz. Çalıntıları hakkında yazılar yayımlanmış adların ne kadar “adaletli” olduğuna dair yazılara bile rastlayabilirsiniz. Aynı yazarın, bir şairin teknikteki biricikliğini överken, bir başkasının “metinlerarasılık”ını övdüğünü görebilirsiniz. Bu örnekleri görünce insan “edebiyat eleştirisi niçin var?” sorusunu sormadan edemiyor. Ya da tersine dönen şeyin “edebiyat eleştirisi” olarak kalıp kalamayacağını…
Beğeni, Nitelik, Değer.
Edebiyat teorisi ve eleştiri, öncelikle bir “karşılaştırmalı edebiyat” etkinliğidir; metinleri karşılaştırarak farklılıkları, yenilikleri, dolayısıyla özgünlükleri araştırmanın bir gereği olarak doğmuştur. Edebiyatta yeni anlayışlar ve tutumlar belirdikçe edebiyat teorisinin ve eleştirinin de ivme kazanması bundandır. Dolayısıyla, edebiyat teorisi ve eleştiri, ne yasa koyucu, ne de bir “üst dil”dir, sadece ürünle at başı yürüyen ve öncelik / sonralık ilişkileri kısa erimler içinde dolayımlanan bir edebiyat içi olgudur. Ancak, nitelik ve değer verili ön şartların bir ürünü olmakla birlikte, her zaman için bir yerlerde kayıtlı olduğu zehabı uyandıran idealden ve ütopyadan da beslenir. Bu, önsel bir sanat ‟idea”sı olduğu anlamına gelmez, tam tersine idealin ve ütopyanın da verili şartların bir ürünü olduğunu gösterir. ‟İdeal”in bilgisi, “birikim”in sağladığı ortalamanın ürünüdür ve aşkınlığı somut zeminlerden ivmelenmesine bağlıdır.
Edebiyat teorisinin ve eleştirinin, temelde bir ‟özgünlük araştırması” olması, başka deyişle, metnin genel geçer gerçekliğe edebiyatın özgül kalıpları içinde neler eklemleyebildiğinin saptanmasını (tek tek ya da hepsi birden gözetilerek, içerik, üslup, deyiş, dünya görüşü) araştırmakla yükümlü olması, soyut bir zorunluk değil, hem sanatsal pratikten hem teori ve eleştirinin doğasından ivmelenen bir gerekliliktir burada. Kimilerinin elinde gide gide tam karşıtını sözüm ona savunmaya dönüşebilmesine teorinin yabancılaşması ya da kirletilmesi denebilir mi? Mayasıl ilacı, ne ilacın yabancılaşması ne de kirletilmesidir, o bambaşka bir şeydir…
(Tahir Abacı, Edebiyat ve Öteki Alanlar, İkaros Yayınları, 2015)