Sınıflı toplumların tarih sahnesine çıktığı ilk günden itibaren bilgi egemen sınıflar tarafından bir iktidar aracı olarak kullanılmıştır. Bu durum bilginin niteliğinden bağımsızdır. (…) İlk çağdaki büyücü ile modern çağdaki ‘düşünce kuruluşu’ üyesi akademisyen aynı işlevselliğe sahiptirler.
Hemen hemen hepimiz çeşitli ortamlarda Türkiye’de bir “aydın sorunu” olduğu savını mutlaka duymuşuzdur. Hatta Türkiye’nin temel sorununun bu olduğunu iddia edenlerin de var olduğunu biliyoruz.
İyi de “aydın” kimdir, nasıl aydın olunur, aydının toplumsal bir misyonu ve sorumluluğu var mıdır, varsa nedir bunlar? gibi bir yığın soruyu yanıtlamadan bir aydın sorunundan bahsetmek çoğu kez yapıldığı gibi bizi sorunu sığ bir platformda ve içerikten yoksun bir tartışmaya hapsediyor.
Önce “Aydın kimdir?” sorusunun yalın bir yanıtıyla başlayalım. Aydın en dar anlamda “toplumun ortalama eğitim ve öğrenim düzeyinin üzerinde bilgiye sahip olan, sahip olduğu bilgilerin senteziyle yeni sonuçlara ulaşabilen ve bunları toplumla paylaşabilen kişidir” diyebiliriz. Demek ki bir yığın bilgiye sahip olup, sonra da olan biteni köşeden izlemekle aydın olunmuyor.
Sınıflı toplumların tarih sahnesine çıktığı ilk günden itibaren bilgi egemen sınıflar tarafından bir iktidar aracı olarak kullanılmıştır. Bu durum bilginin niteliğinden bağımsızdır. Söz konusu bilgi ister bilimsel bilgi olsun, ister hurafe ve ya inanca dayalı olsun fark etmez. İlk çağdaki büyücü ile modern çağdaki ‘düşünce kuruluşu’ üyesi akademisyen aynı işlevselliğe sahiptirler. Tanrıyı yeryüzünden gökyüzüne çıkarıp görünmez ve sorgulanamaz kılan tek tanrılı dinlerin, özel mülkiyetin, sınıflı toplumların ve nihayet devletin ortaya çıkmasından hemen sonra tarih sahnesine arz-ı endam eylemiş olmaları tesadüf değildir. Bu üç din de ortaya çıktığı toplumlarda kısa sürede siyasal iktidarın hemen ardından da ekonomik iktidarın ortağı durumuna gelmişlerdir. Bunu inancı bilgi olarak sunmayı başarabilmesine borçludurlar. Bu günde doğa bilimlerinden beşeri bilimlere bilimin üretilip enformasyonunun sağlanmasında kapitalist merkezler egemen durumdadırlar. Bu üstünlük onlara toplumları istedikleri şekilde yönlendirme olanağı sağlamaktadır.
Bunun sonucunda yaptıkları yağma talan ve barbarlıkların meşru kabul edilmesi garanti altına alınmış olur. Bunun en yalın örneği ABD ve diğer emperyalist ülkelerin Irak’ı işgalinde nükleer silah yalanını herkese inandırmalarıdır. Bilginin iktidar aracı olarak kullanılması ya egemen sınıfların doğrudan bilgi tekelini elinde bulundurmasıyla -durum çoğu kez mümkün olmamıştır- ya da bilginin toplumu egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda bir yönlendirme aracı olarak kullanılmasıyla mümkün olmuştur.
İster kapitalist, ister teokratik isterse sosyalist olsun her devlet, dolayısıyla her egemen sınıf kendi ideolojisinin toplumsal meşruiyetini sağlayabilmek için mutlaka bir “aydın sınıfına” gereksinim duyar. Aydının kurulu düzenle bir sorununun olması söz konusu olamayacağı gibi o çoğu kez düzenin tahkimi ile görevlidir ve karşılığını da çeşitli biçimlerde alır. Jean Paul Sartre bu durumu “Ezilenlerin arasında din adamı yoktur, onlar ezen sınıfların asalağıdırlar.” diye anlatmıştır.
Bir aydın, bilgisini ve bilginin getirdiği gücü mevcut düzenin değil de, geniş halk kesimlerinin hizmetine sunabiliyor ve bunu çoğu kez de bedel ödemeyi göze alarak yapabiliyorsa o zaman bir “entelektüel” olmuş oluyor. Aydınla entelektüelin ortak yanları ikisinin de toplumu dönüşüme uğratabilecek bilgi birikimine sahip olmaları iken, entelektüeli aydından ayıran, onun herhangi bir çıkar gözetmeksizin gerçeğin tarafında yer alıp, bu uğurda iktidarla çatışmaya girebilmesidir. Emile Zola Germinal’i yazdığı için aydındır ama Dreyfus davasında “suçluyorum” diye haykırarak o günkü Fransa’ya kafa tutabildiği için entelektüel olmuştur. Ya da bir nükleer fizikçi nükleer silahların yasaklanmasını isteyen bildiriyi akademiden atılma pahasına imzaladığı zaman entelektüel olmuş oluyor.
Kendimizden örnekler verecek olursak, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Yakup Kadri ve Refik Halid gibi aydınlar Çankaya sofralarının müdavimleri olmuşlarken, Aziz Nesin, Nazım Hikmet, Suat Derviş ve Rıfat Ilgaz gibi entellektüellerin payına sürgün ve hapis, onlar kadar şanslı olmayan Sabahattin Ali’nin payına ölüm düşmüştür. Bugün de bir yığın aydın etiketli zevat ‘zat-ı şahane hazretleri’nin uçağının demirbaşı durumunda iken Hrant Dink ve Tahir Elçi gibi entelektüeller bunun bedelini hayatlarıyla ödemişlerdir.
Bugünlerde kendilerine “uzman” denen birçok kişi televizyon ekranlarında hemen her gece sabahlara kadar akla gelen gelmeyen her konuda ahkâm kesmektedirler. Ama dikkat edilirse istisnasız hiçbiri sorunların gerçek kaynaklarına inmemektedirler, inemezler de. Elbette bilmediklerinden değil. Doğanın ve ekosistemin geri dönüşü olmayacak şekilde her gün artan bir hızla tahrip edilmesinin, insâni ve ahlâki değerlerin tamamen aşındırılıp hepsinin birer ticari metaya dönüştürülmesinin, açlığın, savaşların ve daha birçok sorunun ana kaynağının kapitalizmin kendisinin olduğunu, kapitalizmin bu sorunların hiçbirini çözemeyeceğini, dahası çözmek istemeyeceğini, çözebilmesi için önce kendisinin çözülmesinin gerek ve yeter koşul olduğunu asla söyleyemezler. Eğer söylerlerse bir daha o izlencelere davet edilmeyeceklerini ve ağızlarıyla euro, dolar toplama ayrıcalıklarını kaybedeceklerini bilirler.
Burada sözü Sayın Fikret Başkaya’dan ödünç alarak, “Bunların görevi orta sahada top çevirip tribündeki seyirciyi oyalamak ve ne pahasına olursa olsun, seyircinin sahaya girip oyuna müdahil olmasını engellemektir.” diyebiliriz. Şöyle devam ediyor Fikret Hoca: “Eğer, heyecan yaratmak için gol atmak gerekirse o gol de gene seyircinin kalesine atılır ve bir şekilde seyirciye ‘golü kimin atmasının daha iyi olacağının’ tartışmasının düşmesi sağlanır.“
Bir de bu aydınların akademik bir ünvana sahip olmaları her zaman iyi sonuçlar verir. Bu durum anlatılan masalın daha inanılır ve güvenilir olmasını sağlar. Bir gün tartıştığım bir genç işçinin “Abi, söylediklerin akla yatkın, daha insani ve ahlâki şeyler ama sen profesör değilsin ki” dediğini hiç unutmam.
İşte o genç işçinin, “Abi, doğru diyorsun, böyle bir dünyayı kim istemez? Ama olmaz ki…” dediği dünyayı düş olmaktan çıkarıp bir bayram şekeri gibi çocukların ellerine verebilmek için yapılması gereken ilk işlerden biri de bu “kadrolu aydınların” ipliğini pazara çıkarmak için uygun ortam ve olanakları yaratmaya çalışmak olmalı. Ama bunu yaparken şu Fransız özdeyişini asla unutmamalıyız:
“Bilmeyen ahmak, bilip de söylemeyen alçaktır.“
İsa HACIHASANOĞLU