Cam, çelik, plastiğin göğe yükselen karanlık silüeti gözlerimizi kamaştırıyor. Renkli ekranlar, çim döşeli zeminlere dökülen ışık seli ve her zamanki uğursuz, isterik uğultu… Her şey kan kokusunu bastırmak için; ha gayret! Sonun sonuna varmak üzereyiz.
Sene 1970, Denizli Merkez Yetiştirme Yurdunun etüt salonu ile ayak ve osuruk kokan yatakhanelerinde, hiç duraksız aynı sözcük duyulmakta: PELE!
Henüz, on dört yaşında, tıfıl bir ortaokul öğrencisiyim ama akranlarımın zihnini bunca meşgul eden bu “sihirli” sözcüğün, anlağımda hiçbir karşılığı yok. Belleğimde, hiç eskimeyen bir anıdır hala; Yaşar Kemal’in ”İnce Memed’i ile Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar Üzerinde”si elimden düşmüyor hiç. Bunların yanı sıra, Sartre’nin “Bulantı” romanı ile Camus’un “Yabancı” sı, bir de…
Dönüp belli yerlerini tekrar tekrar okuyorum. Hiç unutmam! Yetmişlerin o sancılı günlerinde, sahneye çıkan –yoksa buyur edilen mi demeliyim- bir ikonik “İlah” daha vardı. “Orhan Baba!”
Birincisi coştururken, o ikincisi kahrından öldürüyor yurdum insanını; -batsın bu dünya.- Eh, ne de olsa hüzün, coşkunun ikiz kardeşidir bir bakıma; gösteri toplumunun kabaran arzularını kontrol etmenin ikinci bileşeni… Ayakkabı boyacılığından omuzlara yükselişin ayartıcı başarışını, kitlelerin hıncı ve hasetti ile barıştırmak için, bu ikisi bir arada harekete geçirilirken ipin ucu da kaçırılmamalıydı. Arabesk ezgiler eşliğinde terbiye edildikten sonra, alkolle bir güzel yıkanıp yıkıcı dürtülerinden arındırılmalıydı insancıklar; –kıskanma ne olur, çalış, senin de olur.–
Derken birkaç gün sonra, yetiştirme yurduna sınırlı sayıda girebilen gazetelerden birinde, bir yazı gözüme ilişti de ben ‘’cahil’’ olup bitene vakıf olabildim. Efendim, bir varmış bir yokmuş, çok mu, çok uzak; bir Kıta-i- diyarda, Brezilya olarak bilinen bir ülke varmış. İşte o ülkenin, Pele adında bir futbol efsanesi varmış ve bu ‘’muhterem,’’ ülkesinin ulusal futbol takımındaki kariyerini sonlandırıp jübilesini yapıvermiş!
Gazetenin birinci sayfasında yer alan siyah-beyaz fotoğraf, yüz yılın ‘’mana ve ehemmiyetini’’ duyarlı bir kadir-bilirlikle duyuruyordu, her bir faniye. Futbolun ‘’siyah İlahı,’’ mahşeri bir kalabalığın omuzlarında salya-sümük ağlamakta! O ağlak karenin altında, ‘’jübileden notlar’’ başlığı altında izlenimlerini aktardıktan sonra, yazısını söyle sonlandırıyordu, gazetenin muhabiri: ‘’Rio de Janeiro’nun kenar mahallelerindeki sefaletten, futbol efsanesi olmaya uzanan bir başarı öyküsü…
Bir Pele geldi, gollerini attı ve gitti. Amerika’nın Santos takımına gitti. Yaptığı veda konuşmasında, ne bundan sonra top koşturacağı ülkedeki siyahilerin uğradığı haksızlıklara ne de içinden geldiği yoksulların sefaletine dair tek bir kelam yoktu. Belli ki bundan sonraki yaşamında da dönüp arkasına bakmayacak. Öyle sanıyorum ki şimdi herkesin durup kendine sorması gerekiyor: Pele kimin için oynadı ve kime gol attı?
Kısa bir süre önce, 2022 dünya kupası petrol zengini bir Arap ülkesinde düzenlendi. Pele’nin sağlık durumu el vermediği için, Katar’a gelemedi. Zaten gelseydi de 52 yıl önce sorulmuş olan bu soruya yanıt vermezdi, veremezdi. Akgün Akova’nın çok yerinde hatırlatmasıyla ‘’O, nezaketen de olsa, kimseye ne bir dakikasını ayırdı ve ne de, tek bir kuruşunu koklattı.’’
“Yeni Cesur Dünyanın” kara şövalyesi hey! Bütün zamanların büyük futbol efsanesi, bir hastane odasında ölümü beklerken, onun yolunda ilerleyen hazcı toplumun yeni gladyatörleri, kimi istatistiklere göre inşaları sürecinde, dört bini aşkın emekçinin iş cinayetlerine kurban gittiği devasa stadyumlarda, on binlerce seyirciyi galeyana getirdiler. Meşin yuvarlağın bilumum tutkunları, yorumcuları, takımların taraftarları ve dahi, yıldız avcısı kulüp ajanları, Pele’nin büyüklüğünü yad ettiler. Ama kimsecikler, iş cinayetlerine kurban giden o emekçileri anmadı; yoksulların ve yenilmişlerin kanında tepinip kendinden geçerek paranın tanrılarını ve gladyatörlerini alkışladılar.
Kim ne derse desin, Homo-Sapiens’in uygarlık projesi; Tanrı garantili bir cehennemin soğuk duvarlarına çarptıktan sonra, yeni “makul” sınırlarına geri çekildi. Artık o sınırda icra edilen her şey, geçmişteki bir şimdinin aynı lanetli hikayesi ’ne dair olandır; aynı piyesin ironik taklidi… Cinnet çağının maaşlı gladyatörleri, paranın tiranları için sahaya çıkıp onların şanı ve ganimeti artsın diye birbirlerine çalım atıyorlar. Ama bu ‘’ulvi’’ görevlerini icra ederlerken attıkları gollerin tamamı, yoksulların ve yenilenlerin kalesine giriyor. Her şey bu kadarla da bitmiyor ki! Her golden sonra, tek sıra, esas duruşa geçip savaşın ve ganimetin tiranlarına selam duruyorlar; hem de o golü asıl yiyenlerin alkışları ve isterik çığlıkları eşliğinde.
Gerçek olan şu ki, ‘’coğrafya kader değil,’’ ama insan oğlunun kendisi, coğrafyanın başına gelen en büyük felaket. Rabb’ın kutsal bahçesinden elma aşıran o üryan ana-baba, suçu ve günahı olağanlaştıran bir teleolojik masalda var oldular. Mağaralardan, dağ başlarından düze inen Homo-sapiens, Tanrı’nın bahçesini değil, gerçek atası olan maymunun oyuncak ormanını –en kanlı taklidini- inşa etti. İşte bu yüzdendir ki, binlerce yıldan sonra, Roma’nın cinayet arenalarından, günümüzün devasa stadyumlarına geldik. Spartaküs’ün yiğit ordusuna ihanet edenlerin uğultulu diyarına… Yoksulların ve yenilenlerin en eski hastalığı olan AÇLIK, paranın şahları tarafından yönetiliyor; onların dört köşeli üçgeninde. Bir zamanlar o uğursuz üçgenin ortasında yanan imdat ateşi, yine yoksulların kanıyla söndürüldü, bir avuç kül kaldı, yenilenlerin ateşinden geriye.
İşte medeniyetimizin katettiği büyük ilerleme, Homo-Hun’un görkemli vicdansızlığı! Cam, çelik, plastiğin göğe yükselen karanlık silüeti gözlerimizi kamaştırıyor. Renkli ekranlar, çim döşeli zeminlere dökülen ışık seli ve her zamanki uğursuz, isterik uğultu… Her şey kan kokusunu bastırmak için; ha gayret! Sonun sonuna varmak üzereyiz. Ve hiç kimsenin kuşkusu olmasın! O sonda şeytanın vaftiz töreni bekliyor bizi. Partiye hepimiz davetliyiz ve büyük ironi için her şey tamam! Zevkten geberirken, kanımızla söndüreceğiz oradaki yangını; gerçek ‘’büyük biraderin’’ şenlik ateşini… O büyük birader ki, uzayın uzak derinliğinde uydularıyla bizi gözetleyip kavimler arasındaki savaşı yönetiyor. Ve biline ki, MI6’nın devşirme yazarı, o iblis biraderin gayri-resmi oğludur; ütopyamızın yaman düşmanı… Hırsızlama ganimetin işaret kulelerinden üstümüze tutulan karanlık ışığın hizmetkarı hey! Kim bile bilir ki, belki de Tanrı, ondan ve ona hayranlık duyan ahmak kullarından umudunu kestiği için, dünyayı terk etti, olamaz mı yani. Asıl iblis biradere sadakatle borçlanırken, birbirinden cinayetle çalan HOMO-HUN dan yaka silktiği için!..
Mustafa EROĞLU