Susan Sontag vaktiyle “edebiyat özgürlüktür” diye boşuna söylememiş. Yazar, özgürlük için yazar, özgürleşmek, belki biraz da özgürleştirmek için. Bunu, kimi zaman umutsuzca kimi zaman da umutla, coşkuyla yapar. (…) Özgürlük, sokakta, edebiyatta, fabrikada, tarlada, büroda yaşam her neredeyse orada!
“Yazarın işi yazmayı öğrenmektir.“
Jules Renard
Başlık sizi şaşırtmasın; Nazım Hikmet’in meşhur “İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu?” adlı oyununa benziyor. Burada kastedilen bizzat işçi sınıfı. Öncelikle şu kabulle başlayalım, “her şey sınıfsaldır”; peki ya edebiyat, sanat bu sınırlar içinde mi? Koordinatları epey farklı ve fevkalade estetik hususlar içeren nice sanat yapıtı var fakat biz onları sınıfsallık terazisi ile tartamıyoruz. Peki ne yapacağız? Çöpe mi atacağız bu yapıtları? Örneğin, Oğuz Atay’ın ismiyle müsemma çok bilinen ama az okunan Tutunamayanlar’ını sınıfsal mezurada ölçebilir miyiz? Tutunamayanlar, Atay’ın “Türkiye’nin Ruhu” diye adlandırdığı temayı izleyecek bir serinin ilk kitabı olarak tasarladığı bir romandır. Maalesef ömrü bunu tamamlamaya yetmemiştir. Turgut Özben karakteri, Türkiye’de “aydın”ın büyük iç hesaplaşmasının bir temsili olarak çıkar karşımıza. Turgut Özben, intihar eden arkadaşı Selim Işık’ın yaşamının izlerini ararken, iç seslerin insanı kışkırtan mimarisini kurar. Selim Işık’ın yaşamının tüm ayrıntıları, bazen Turgut Özben’inkiyle iç içe geçer ve birbirine karışır. Bir de süper-ego benzeri bir işlevi olan, iç ses Olric girer ikide bir devreye. O zaman soralım: Atay’ın canımız çıkana kadar bize okutturduğu bu karnaval romanı, Turgut Özben denilen küçük-burjuvayı işçi sınıfının mücadelesinin neresine koyacağız? İlle de bir yere koymamız gerekiyor mu bir de?
Peki işçi sınıfının hiç romanı, hikayesi, şiiri yok mu? Elbette var. Hem de dünya edebiyatının en güzel yapıtları arasında. Fakat ayrı bir tür olarak işçi sınıfı edebiyatı, tıpkı köy romanı, kasaba sineması, mahalle bakkalı gibi çoğunlukla bağlamsız bir tanımlama. Bilim-kurgu romanı olarak adlandırılan herhangi bir kitap aynı zamanda en sert sınıf mücadelelerini resmeden bir anlatıya dönüşebilir. 20. yüzyılın başlarından ortalarına kadar yazılan bir yığın bilim-kurgu yapıtı bu niteliktedir; örnek mi? Yevgeni Zamyatin’in Biz’i, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı ilk akla gelenler. Neden güzel bir yapıt sadece emekçileri konu edinsin ki? Bütün bir hayatı, çok akıcı bir hikâyeyi ille de işçi sınıfı lehinde politikleştirecek bir malzeme yaratma telaşı neden? Misal Sait Faik hikayeleri. Fevkalade politik ve emekçinin yaşadıklarından, yani içerden gelen, yürekten seslenen hikayeler. Sait Faik’in hikayelerindeki insan sıcaklığı, doğa coşkusu bizi ne kadar heyecanlandırıyor değil mi? Oysa bilmeliyiz ki Sait Faik, bir o kadar mahkeme kapılarında, tren istasyonlarında, limanlarda, balıkçı teknelerinde biriktirdiği hikâyelerdeki insanların dertlerini dupduru yazabilmiştir. Hülasa, işçi sınıfı edebiyatı sadece işçileri yani emekçileri konu edinmez. Bu yüzden sadece bu adla karşımıza çıkan bir edebiyat türünden söz edemeyeceğimizi öne sürüyorum.
Ama bugün isyanımızı, bir türe sıkıştırdığımız bir üslupla inşa etmek yerine, yepyeni ve belki devrimci bir dili yaratabiliriz. Ne ile mi? Elbette kolektif üretimle! Kolektivite bize, egemen unsurların, anlayışın, enstrümanların kültürel alanda yarattığı hegemonik düzlemi aşabilme olanağı sunabilir. Kolektivite, kitle kültürünün yarattığı hezeyanları defedebilir. Moda olan sanatı, tutumları derinden sorgulayabilir. Sonuçta işçi sınıfının çektikleri de küçük burjuvazinin açmazları da aynı dünyada cereyan etmiyor mu? E öyleyse, neden özgürce ve devrimci bir üslupta yazamıyoruz, yaratamıyoruz? Bizi engelleyen şey nedir? Emekçinin sömürülmesini küçük burjuva duygulara katık etme korkusu mu? Tartışılan şey, sanatın devrimcisinin olup olmadığı değildir. Devrimci olmayan, yenilikler yaratmayan yapıtın sanatsal bir yanı olabilir mi? Buna bazı örnekler verelim. Fakir Baykurt okurken Yusuf Atılgan okumamazlık edebilir misiniz? Türk edebiyatının iki ustasını birbirinden nasıl ayırabiliriz ki?! Lev Tolstoy bir toprak ağası olarak ayrı bir yol izlemiş, ona derin bir hayranlık besleyen bir Rus köylüsü Maksim Gorki ayrı bir yol. İkisi de edebiyatta başyapıtlar yaratmış, devrimci ustalar.
Susan Sontag vaktiyle “edebiyat özgürlüktür” diye boşuna söylememiş. Yazar, özgürlük için yazar, özgürleşmek, belki biraz da özgürleştirmek için. Bunu, kimi zaman umutsuzca kimi zaman da umutla, coşkuyla yapar. 1968’de Avrupa’daki toplumsal hareketler, doğuda ve batıda çok büyük yankılar yaratmıştı. İki bilinen örnek: 1968 Paris’inde özgürlük aşkıyla yanıp tutuşan gençler, Prag’da toplumcu bir düzende özgürlüğün olmayışına isyan eden, tanklara direnen halk. Peki hem toplumculuk hem özgürlük ikisi de birarada neden olamıyor?! Kolektif ütopya, insanlığın gördüğü en güzel rüyalardan biri olan toplumculuk neden özgürlüğü çağıramıyor? İşçi sınıfı aslen özgürlük için mücadele etmiyor mu? Özgürlük, sokakta, edebiyatta, fabrikada, tarlada, büroda yaşam her neredeyse orada!
Elbette edebiyat da diğer sanat eylemlerinde olduğu gibi devrimcinin kavga alanıdır. İki edebi direniş örneği: Julius Fucik’in kanla yazdığı direniş tutanağı Darağacından Notlar’ı, Annelies Marie Frank’ın Günlüğü! Bu yapıtlar ne kadar devrimci ise İhsan Oktay Anar’ın büyülü tarihsel metinleri (Puslu Kıtalar Atlası) o kadar devrimcidir. Üstelik bu metinler, en az Gabriel Garcia Marquez’in Latin Amerika’da 1960’larda çığır açan, yeni bir üslupta (büyülü gerçekçilik) yazdığı romanları kadar devrimcidir. Franz Kafka’nın Gregor Samsa karakteri (Dönüşüm) ne kadar sarsıcı ise, Kemal Bilbaşar’ın Çancı Memo’su (Cemo ve Memo) o kadar sarsıcıdır. Nazım’ın, Kemal Özer’in şiirleri kadar, bir zamanlar, bir kuşağın dilinden düşüremediği Murathan Mungan’ın, Afşar Timuçin’in şiirleri, Nilgün Marmara’nın trajik şiiri ve hayatı, Aşık Mahzuni Şerif’in şiirli türküleri, o kadar devrimcidir.
Dünya klasiklerinden bir örnekle anlatalım derdimizi. Ethel Lilian Voynich’in (19. yüzyılın koşullarında bir kadın yazar) “At Sineği” (1897) adlı romanı, Katolik bir pederin (Montanelli) yalanlarla yükselişini anlatırken bir yandan da onun karşısına hakikatin vücut bulmuş hali olan Arthur karakterini diker. Arthur yıllarca Montanelli’nin öğretmenliğinde, koruyuculuğunda, çok iyi yetişmiş bir yetimdir. Ama bir gün gerçek açığa çıkar. Arthur, hakikati (Montanelli’nin gayrimeşru oğlu olması) öğrendikten sonra intihar ederek hayatı terk eder. Oysa gerçek çok farklıdır, Arthur, yurdunu, her şeyini terk etmiş, türlü zorluklardan, savaşlardan geçmiş, “Genç İtalya” davasına inanmış, ölümlerden sıyrılıp, yıllar sonra müthiş bir hiciv ustası Sinyor Rivarez (At Sineği) kimliği ile geri dönmüştür. At Sineği takma adıyla, döneminin inançlarını, egemen değerlerini eleştiren, sarsan bir devrimcidir o, hem de sivri dili ve ironi dolu kalemiyle. At Sineği yıllar sonra, düzenin koruyucusu haline gelen ve Başpiskopos olan Montanelli’nin karşısına çıktığında devrimci hamlelerine başlar: Gerçeklerin adım adım açığa çıkarılması, yani Montanelli’nin ahlak ve din maskesinin indirilmesi. Martin Eden’da Jack London da buna çok benzer bir olay örgüsü yaratmıştır. Egemen düzene boyun eğmeyen, burjuvazinin büyülü, zengin hayatına direnen, kendini kitaplarda, kütüphanelerde ve en önemlisi sefalet içindeki yaşamında yeniden yaratan Martin Eden. London, o dönemin fikirlerinden etkilenerek (Herbert Spencer) fevkalade devrimci bir metin yazmıştır. Büyük aşkı Ruth’a kavuşmak için kendini, tanınmış ve varlıklı bir yazara dönüştüren Martin, mal varlığına, tanınmışlığın gücüne kavuştuktan sonra bütün kazandıklarını, tüm bu sahte yaşamı reddeder!
Gabriel Garcia Marquez “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı romanında, Latin Amerika’daki devrimci mücadeleleri, halkın acılarıyla, binbir metaforla, söylenceyle, içiçe geçmiş, lanetli Buendia soyunun döngüsel hikayesini anlatılırken düpedüz devrimcidir. Öte yandan Marcel Proust Kayıp Zamanın Peşinde kitabıyla, burjuvazinin kibarlığı, aşkı ve yalanı arasında büyülü bir aura yaratır; bu hikâye Proust’un kendi düş coğrafyasında kurgulanır. Proust, kendi ruhunun derinlerine inen uzun bir hikâyenin dilbazıdır, geçmişi sözcüklerde yaratan bir ustadır sonuçta. Onun hayranlık verici olan yanı hayatı değil, hayatını bir ırmak gibi anlattığı üslubudur. Duyguları bize yansıtmasındaki maharetiyle, burjuva zamanın peşinde, dilin ve üslubun devrimcisidir o.
Orhan Kemal’in fabrikadaki işçisi, Sait Faik’in karın tokluğuna köle gibi çalışan balıkçıları, Anadolu turnelerinde sürünen tiyatrocuları; hepsi devrimci, hepsi insanın bizi derinden sarsan dünyalığı değil mi? Franz Kafka’nın Amerika’sındaki, hayal mi gerçek mi belirsiz Karl karakteri, Amerika gibi dev bir ülkenin düzenini otele benzeten devrimciliği ne kadar sahicidir? Latife Tekin’in Dirmit masalı (Sevgili Arsız Ölüm) varoşların öfkeli, keskin gerçekliği ne kadar sahicidir? Hepsi aynı zamanda işçi sınıfını anlatmıyor mu? Bilge Karasu’nun Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’ndaki kahramanı İoakim’in inancı ve kararlılığı, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin bir metaforu olarak okunamaz mı? Evet, [devrimci] yazar (en azından edebiyat için söylersek), egemen düzeni biraz olsun sarsacak dili, üslubu yaratmadan; kendi dere yatağında akmadan, başka ırmaklara, denizlere açıldığında oralarda kaybolabiliyor. Kaybolmayanlar da var çok şükür ki. İnat, yazarın yazabilmesi, zorluklara ve zorbalara direnmesi, hep yazarak direnmesi. Yazarın bir yandan yazarak kendini var ederken, okuyup vücudun kanı gibi beslenmeye devam etmesi gerekiyor.
“Yazar yazarken özgür olmalıdır” demeden yazabilir miyiz? O halde yazdıklarımızı neden ısrarla farklı türlere ayırıyoruz? Yazarın toplumcusu, aslında toplumsal gerçekliğe olan mesafesini korumaya çalışan, bunu bireyin, toplumun dramıyla, coşkusuyla, hikayesiyle kuran, fakat bunu yaparken de “burada hiç toplumcu olmamışım, tüh!” diyecek sığlıkta yazmayan bir bireyci, direnci ve direnişi örgütleyecek kadar devrimci kolektivisttir. Yazar bir kolektivist, hatta bunu hayal edecek kadar hayalperesttir. Yazar, baştan sona hep özgürlüğü hayal eder çünkü; en karanlık metinlerinde bile.
Yazar, bugünün dünyasında bize ne anlatır? Günümüzün dijital kuşağına, sosyal medya bağımlılarına, “internet okuma”yı kitap okumakla eş tutanlara, kısa ama çok kısa videolarla hayatı öğrenmeye, çözmeye çalışanlara ne anlatır? Böyle baktığımızda aslında hiçbir şey! İnatla kâğıda, deftere, ekrana açılan tertemiz bir sayfaya, aşkla, dirençle, ısrarla yazmayı hep hatırlamak, hatırlatmak gerekiyor belli ki. Yazmanın, yazarak düşünmenin içimizde tutamayacağımız bir tutku olduğunu, ister işçi sınıfının mücadelesini, ister kadınları, ister ağacı, ister hayvanları, ister rüzgarı, isterse başka gezegenleri…