Dikkat edilirse sanat, halka ve emekçilere ulaşmasın diye türlü kılıklara sokuluyor. Her an başımızda bir biçim, post öncüllü akım ve manifestolar patlıyor. Soralım öyleyse, sanata ne oluyor ki ayağa düşmüş moda gibi durmadan değişiyor? Bu değişim hayatı kucaklıyor mu?
Emekçi sınıfın sanatla ilişkisini anlamanın yolu emeğe ve tarihsel devinimine bakmaktan geçiyor. Tarihsel devinimse bizi doğal olarak sınıf mücadeleleri ve politikasına götürecektir. Öyleyse, emekçi sınıfın sanatla ilişiğini tartışmadan önce emek kavramına bakmakta yarar var. Aklıma üşüşen sorulardan bir seçki yapayım: Emek nedir? Emek/çi tarihsel olarak nasıl algılandı? Bu bakış durağan mıdır? Emekçi varlığının bilincinde midir? Emekçi sınıfsal siyasetini kendisi mi üretmektedir? Bir dizi soru… Soruların tarihsel olarak, inişli çıkışlı da olsa, tartışılması bize umut veriyor. Mücadelenin sürdüğünü de söyletiyor. Bu sorunların sanatla bağını kurmadan önce emekçi insanı kendimce tanımlamak isterim. (Bu konuda ne bir otorite ne de teorisyenim elbette! Amacım, sanat ve emek ilişkisini biraz daha görünür kılmak.) Bana göre emekçi; Emeğiyle yaşama katılan ve emeğinin bilincinde olan insandır. Emeği bedensel veya düşünsel olabilir. Bu, yaşaması için kaçınılmazdır. Bunun kadar önemli diğer öğe, emeğinin bilincinde olmasıdır. Yani emeğin her alandaki yaratıcı gücünün farkındalığıyla, sınıfsal duruşunu belirleyebilmesidir. Yaşamın her alanına taşıyabilmesidir. Salt emek vermek emekçi olmaya yetmiyor. Yaşam üreten emekçilerin binlerce yıl ezilmesinin temelini kendi bilinçlerine varamamak olarak alabiliriz. Buna kısaca yabancılaşma diyebiliriz. Yabancılaşmanın da tarihsel evrimi olduğunu unutmadan! Kendi bilincine varamayan emekçiler durmaksızın yalpaladılar. Ne örgütlenebildiler ne de arzuladıkları yaşamın felsefesini üretebildiler. Hiçbir şey yapmadılar demek hem haksızlık olur hem de tarihsel açıdan doğru olmaz. Biz buna bir adım ileri iki adım geri, diyelim. Bu o kadar hazindir ki; her şeylerini üretip önlerine koydukları egemen sınıfların resimlerinde arka fonda bile görünmediler. Salt emekle varlık göstermek bilincini üretecek her türlü teorik, bilimsel, sanatsal veya değer öğelerine el sürmemek kör topal emekçi olmaktan başka yere çıkmıyordu. Konumuz sanat, dedik ya; Eli kolu ve bilinci bağlanmış emekçi için sanatın ne değeri olabilir? Bu yaşam için de geçerlidir. Yaşamın ne değeri olabilir?
İşte burada politik konumlanışa bakmalıyız: Üretim-tüketim ve özel mülkiyet ilişkilerine göre düzenlenen sınıflar ve kültürleri, çatışmalarıyla beraber! Bu politik konumlanışı yerine oturtmak için Fatih Beyaztaş’ın Marksist Estetik ve İşçi Sınıfının Sanatla İlişkisi Üzerine yazısındaki tespitine bakalım. Çünkü emekçilerin yaşamı anlaşılmadan söylenecekler havanda su dövmeye benzeyecektir. Tespit şöyle:
İşçi sınıfının gündelik ve tarihsel ilişkileri, bütün bu anlamlarda estetik anlayışının ve sanatla ilişkisinin en temel belirleyenidir. Emek gücünün günün uzun bir döneminde kendisine ait olmadığı bir koşulda çalışıyor olması daha en başından yaşamın en etkileyici gerçekliği olan doğayla ve üretimle ilişkisini yabancılaştırmaktadır. Onu bu egemenliğin güveninden ve moral sağlığından mahrum etmektedir. Bu çalışma biçimi aynı zamanda onu, kendi emek gücüyle yarattığı nesneye yabancılaştırmakta hatta yer yer karşı karşıya getirmektedir. Bu ise işçinin kendi dışındaki gerçeklikle sağlıksız birlikteliğini ve hatta ona düşmanca yaklaşımını yaratmaktadır.
Kapitalizm dayattığı yabancılaşmayla, hayalindeki işçiyi (sınıfını) inşa eder. Sınıfı paranteze aldım çünkü kapitalizm bu kavramı yutar. Kendisini dayatmak ve rakibine statü kazandırmamak için! Benzetmeyi şöyle yaparsak; Düşman karnında şekillenen bir çocuk, işçi sınıfı! Ama asi ve haklı… Şunu fark etmeli: Bu göbek bağıyla beslendiği sürece karakteri oluşmayacaktır. Bunları dillendirecek felsefe ve sanatın da yokluğundan kör anaforda sersemleyecektir. Bu nasıl olur anlayalım:
Ayrıca sadece yabancılaşma ve ürettiği gerçeklikle karşı karşıya kalmamakta. Doğrudan üretim sürecinin içinde bir makine dişlisi gibi mekanikleşmekte ve zihinsel egemenliğini de tamamen yitirmektedir. Zihinsel kavrayışın bu derece işçinin elinden alınışı en sonunda bir körelmeye ve artık gerçeklik üzerindeki bilginin de bilimsel kavrama merakından ve estetik yaklaşım inceliğinden uzak kalmasını sağlamaktadır. Daha doğrusu düşünsel anlamda yaklaşım göstermeyi ve soyutlama yetisini gereksiz bir yük haline getirmektedir. (a.g.y.)
İşaret ettiğim politik konumlanışın değeri burada belirmektedir. Bu durumda işçi ne iş yerinde, tarlada ve fabrikada söz söyleyebilecek haldedir ne de kültürünü yaratıp yaşatabileceği olanaklara! Değerlerini çocuklarına bile aktaramaz. Sabahleyin okula gönderdiği çocuk akşama, emeği ve sınıfını hiçleştiren argümanlarla dönecektir. Bir ebeveyn olarak, bu çelişki karşısında yutkunacaktır. Salt kültürel değildir bombardıman; davranışsal uyum da dayatılır. Kapitalist sisteme uyum elbette! Eğitim ve sınav kılıfı altında çocuklar yarış içinde başkasına duyarsızlaşmayı öğrenir. Bilginin güzelliği ve insan türüne katkılarıyla değil de ticaretiyle ilgilenir. Bilgi metalaşır ve piyasa ölçeğinde değer görür. Bilginin doğasıyla ilintili gerçekleşen yabancılaşma, yaşamın her yönden törpülenmesi anlamına gelir.
Törpülenme demişken aklıma ne geldi? Burjuvazi iktidara geldikten sonra her şeyi törpüleyerek hizaya getireceğine dair mesajını şu an adını anımsayamadığım bir parktaki ağaçlar üzerinden vermişti. Öyle bir törpülüyor ki ağaçların kendilerine özgü hiçbir şeyleri kalmıyor. Kapitalizmin ideal insanı da böyledir. Sanatı da! Sanatın özü yoktur da her şey biçime hapsedilir. Burada Bertolt Brecht’in şu örneğini anmadan geçmek olmaz:
Bay K., bazı şeylere bambaşka biçim veren bir tabloyu seyrederken dedi ki: ‘Bazı sanatçılar, dünyayı gözlerken filozofların çoğu gibi davranırlar. Biçim uğruna çaba gösterirken konu kaybolur. Vaktiyle bir bahçıvanın yanında çalışıyordum. Bahçıvan bana bir ağaç makası verdi ve bir defne ağacını budamamı istedi. Ağaç bir saksının içindeydi, eğlentiler için ödünç verilmişti. Ona bir küre biçimi vermek gerekiyordu. Hemen sürgünleri budamaya başladım. Küre biçimini vermeye ne kadar çalıştımsa da bir türlü başaramadım. Bazen bir tarafı bazen öteki tarafı fazla budanıyordu. En sonunda bir küre ortaya çıktı. Ama çok küçük bir küreydi bu.’ Bahçıvan hayal kırıklığına uğramıştı: Peki, küre burada ama defne nerede?” dedi. (Aktaran, Veysel Çolak, Şiir Nedir ve Nasıl Yazılır, s. 33)
İşte, kör anafor içindeki ebeveynler her an bu çelişkinin acısını yaşamaktadır. J.J. Rousseau’nun dediği gibi, yürekleriyle akılları arasında uyumsuzluk yaratmıştır sistem. Ve bu uyumsuzluk yok oluşa götürür. Ebeveynlerin burada iki tercihi vardır: Ya aynı çelişkileri yaşamasın diye(!) çocuğu kapitalizme salmak ya da akıl ve yüreklerini devrime uyarlayıp harekete geçmek! Olması gereken ikinci seçenektir. Çünkü kapitalizmin ömrünü uzatmak acılarımızın ömrünü uzatmaktır. Kaldı ki emek insanlığın ana dilidir ve her şey buna göre şekillenmelidir. Öyleyse, bu bilinci verecek sanatın yaşama geçirilmesi gerekir.
Bu sanatı da emekçi hem talep edecek hem de yaratacaktır. Her şeyi yaratan emekçi sanatı mı yaratamayacak? Buradan kolektif sanat güdüsü canlanır. Halk bir çeşit anonim sanatçı değil midir? Sözlü edebiyat ürünleri binlerce yıldan bu yana günümüze nasıl ulaştı? Halk kendisinin olanı bağrına bastı. Zenginleştirdi. Bu, baskılara karşı korumaydı da! Herkesin bilip söylediği için kimi cezalandırabilirsiniz ki? Burjuvazi sanatı tikele çekerek iki şeyi başarıyor: Aykırı ses çıkaranı bulup, herhangi bir cezalandırmayla toplumdan yalıtıyor. Veya sanatçının egosuna oynuyor. Bu her şeyi yaratırımcı tavırla, sanatçının toplumdan kopmasına ve idealize olana yönelmesine yol açıyor. Burjuva sanatının biçime sıkışmasının nedeni buradadır. Artık sistem Bay K.’nın kafasındadır. Kendini törpüleyen sanatçı! Bu besleme sanatçıya, (ödüller, ün ve para içinde yüzseler de) halk dönüp bakmıyor. Teknolojik bombardıman ve diğer desteklere rağmen! Yine de bu rüzgârın etkisinde kalanların da dönmesi için kendisini anlatan sanata:
İlkeller için, bir kulübe ve bir imge arasında yararlılık açısından hiçbir fark yoktur. Kulübeler onları yağmurdan, rüzgârdan, güneşten ve kendilerini yaratmış olan ruhlardan korurlar; başka bir deyişle, resimler ve heykeller büyüsel amaçlarla kullanılırlar. (Aktaran, Fatih Beyaztaş, agy., Gombrich, Sanatın Öyküsü kitabından)
Bu alıntıyla şuna dikkat çekiyorum: Halk ve emekçi sınıfın sanata bakışı pek değişmiyor. Bunu bir olumsuzlama olarak kullanmıyorum. Halk sanatın kendisini yansıtmasını ve yansıtma biçiminin yani estetize edilmenin, kendi duyarlık ve dilince olmasını istiyor. Bu, sanatın değerinin düşürülmesi veya düşünce uğruna araçlaşması değildir. Sanata burjuvazi gözüyle bakılırsa bu safsataya varılır. Bu çok çarpık bir bakıştır. Sevgilimizi başkasının gözüyle görmektir. Böyle olsaydı ortada ne aşk kalırdı ne de aşk şiirleri yazılabilirdi. Pekiyi, sanat sınıfsal mıdır? Cevabım hem evet hem hayır olacaktır. Bu diyalektik olarak mümkündür. Evet, çünkü sınıfsal dünyada yaşıyoruz ve her şey buna göre şekilleniyor. Dünyadaki insan eylemleri de kurgu üzerinden sanata yansıyor. Ayrıca egemen, siyasetine uygun olanı sanata dayatıyor. Politik olan poetik olamaz diye dalgasını da geçerek hem de! Hayır, çünkü sanat bildiri değildir. Şu sınıfı savunuyorum, diyerek de çalışmaz. Dolaysızlık siyasetin işidir. Bu olağandır da: Çünkü sanat kendini doğrudan ve kavramlarla ortaya koymaz. Sanatın sınıf kamburundan kurtulmasının bir yolu varsa o da sınıfları ortadan kaldırmaktır. Emekçi tam da bu makasın ağzındadır. Bunların bilinciyle tavrını belirlemelidir.
Dikkat edilirse sanat, halka ve emekçilere ulaşmasın diye türlü kılıklara sokuluyor. Her an başımızda bir biçim, post öncüllü akım ve manifestolar patlıyor. Soralım öyleyse, sanata ne oluyor ki ayağa düşmüş moda gibi durmadan değişiyor? Bu değişim hayatı kucaklıyor mu? Değişime rağmen okur ve insanı yitiriyor. Olmuyor! Sanat, Venedik Taciri eline düşmüş Antonia gibi canını rehin vermiş. Sanatın sermayece kutuplaştırılması, kendine içkin sorunlarını tartışmasını da engelliyor. Tartışmalar kısır ve esas olanı gözetmiyor. Bu durumda halkın karşına büyük kütle, etkin ses veya itiraz olarak da çıkamıyor. Kapitalizm sanatı da işbölümü derekesinde bir iş algısıyla kitlelere sunarak iyice önemsizleştiriyor. Ağaçları ideolojisine göre kırpanlar, sanatın kırpılmasına mı kılıf bulmayacak? Konuştuğumuz veyahut konuşamadığımız tüm sanatsal sorunların aşılmasının temelinde, emekçilerin yabancılaşmasını kırması ve sanatını hem talep edip hem de yaratması yatıyor. Şimdiye kadar üretilen sanatı da eleğinden geçirerek! Bakalım ortaya ne çıkacak!
Enfes bir yorumdu. Yaşama dair, onunla olan estetiğe dair. Sağ olasınız.