“Şiiri bir nefes alma biçimi, gelmiş olduğumuz bu dünya denen işleyişte bir yaşama biçimi olarak görüyorum kendimde. Tanığı olduğum zamanın yoksulluk, zulüm, direnç, umut (…) gibi birçok olguyu iç içe yaşıyorum ve böyle algılıyorum şiiri.” diyen Hıdır Işık ile söyleştik…
-“Troya’ydı geldiğim yer, belki de Zagros dağları” Neden Troya’ydı geldiğiniz yer, Zagros Dağları sizde nasıl imgelem yaratıyor? İsterseniz ilk önce geldiğiniz yerden bahsedin.
Troya, yani antik Troya Antik Kenti imlemesi üzerinden yaşadığımız coğrafyanın batısındaki herhangi tarihsel bir uygarlık mekânından gelen bir insanı, eski bir uygarlığı işaret etmek istedim. Aynı şekilde bir sonrakinde de bu sefer doğudaki bir mekândan, Zagros’lardan gelen bir insanı, eski bir uygarlığı işaret ederek, atlasın neresinde olursan olsun insanın bir yerden geldiğini, o yerin aslında daha da derinlerde saklı başka bir yer olduğunu hissettirmeye çalıştım.Zagros’lar banatarih boyunca katliamlardan kıyımlardan kaçıp dağların yoldaşlığına sığınan Kürt’leri anımsatıyor.
Ben dağlarının bir kısmı Troya’ya, bir kısmı Zagros’lara bir diğer kısmı dünyanın envai yerlerine açılan Dersim’den geldim, Dersim’e gidiyorum.
-Şiirinizde Dersimli aydınlar ve şairlere ilişkin göndermeler var. Dersimli şair ve yazarlarla geliştirdiğiniz dostluklara ve birlikteliklere. Dersimlilik nasıl bir duygu ve bu yoldaşlığı biraz açar mısınız?
Evet, şiir atfettiğim Dersimli dostlarım var kitaplarımda. Yakın dostlarım, yoldaşlarım olan şair yazar, araştırmacı, müzisyen yani sanatçılarla çoğu zaman yan yana geldiğimizde Dersim’in kadim tarihinden başlayarak makus tarihimizden payımıza düşen kıyımlara, uygarlık tarihine, mitolojiye ve sosyal içeriklere uzanan derin sohbetlerin ardından bağlamalar ve gitarlar eşliğinde müziğin büyüsüne kapılırız. Bu şekilde bilinen bazı Kırmancki ya da Türkçe bestelerin doğuşunu bilirim.Ben bu buluşmalardan, bu iç içe geçme halinden öylesine derin bir mutluluk alıyorum ki bin yıllık bir serüvene kapılıyor ruhum. Oradan yol alarak Dersim’in tüm dağlarını, ovalarını, Munzur’un ışıltısını dolaşan ruhum, yerkürenin hemen her karışını geziniyor adeta. Bu yolculukta darda olan mazlum halkların, incinen canlıların, insan tarafından örselenen tabiatın acısını ve direncini buluyorum içimde. Belki de Dersimlilik budur, bilemiyorum.
-Çocukluk ve şiir arasındaki diyalektik bağ hakkında ne dersiniz? Şair sizce de hiç büyümeyen midir? Yoksa bu vahşi kapitalizm çağında çocukluğun o güzel yanının yitip yittiğini mi düşünüyorsunuz? Bu güzel dizeleriniz eşliğinde sorulara cevap verir misiniz?
“bir kuştan ödünç aldığım kalbimi uzattım
çocuklara uçurum şarkısını öğreten dünyaya”
Kendimde gördüğüm, şiir ya da diğer üretimlerimin beslendiği atlas çocukluğum olduğudur. Hatta bence diyebilirim ki sanat üreticilerinin büyük bir kısmının çocukluğunda ruhunun ve zihninin temas ettiği dolaşımlar ilk temaları, ilk imgeleri, ilk şiirleri ve hikayeleridir. Evet, şair bence büyümeyendir. Çocukluğun ışıltısını derin bir özlemin hüznüyle taşıyandır şair. Fakat şimdilerde yani çağımızın çocukları maalesef ki vahşi kapitalizmin kuşatması altında. Çocuklar yeryüzü güzellikleriyle ve insan ilişkileriyle temasta olması yerine sanal bir dünyanın donukluğuyla esaret altına alınmakta. Çocuklar aile bireyleriyle ya da birbirleriyle oyun dünyası çevresinde anılar biriktirmek yerine, özellikle kent çocuklarının kuşların, börtü böceğin, tabiatın sonsuz huşusuyla iç içe geçmek yerine teknolojik bir bağımlılık kuşatması içinde mekanikleşmeyle karşı karşıya kaldıklarını düşünüyorum. İşte tam da bu noktada, “çocuklara uçurum şarkısını öğreten dünyaya” dizesi sezgime düştüğünü belirtmeliyim. Bu yüzden de o çocuklara yardım etmek çırpınışıyla,“bir kuştan ödünç aldığım kalbimi uzattım” dizesini uzattım onlara.
-Bir dizenizde şöyle diyorsunuz. “Anladım, gittikçe çocukluğumdu yaklaştığım” gerçekten şiir hali veya şiirin oyun hali bir çocuksulukla iç içemidir?
Bu dizede kuşatıldığı kapitalist sisteme karşı mücadele etmek yerine onun dayattığı dejenerasyonu tercih eden insanlardan uzaklaşıp çocukluğumdaki sade ve yaşanılır olan kent, insan ve dünyayla yaşama özleminin getirdiği bir hissiyat var. Aynı zamanda insan yaş aldıkça ölüme ve çocukluğuna yaklaşır. Çocukluğun sıfır noktasına yaklaşan ölüme yürüme hali vardır insanda. Ölüm de bir sıfır noktasıdır. Bu sebeple insan yaş aldıkça çocukluğuna, sıfır noktasına yaklaşır bence.
-Şiiri kendi çocuklarınıza ve dünya çocuklarına bir dipnot bir yol gösteren fener olarak görüyorsunuz. Şiirlerinizde bu duygu çok görünüyor, bu duygunun nedenlerini açar mısınız?
Yukarıdaki iki sorunun cevabına verdiğim sözler bu soruyla da ilintilidir. Evet, çocuklarıma ve diğer çocuklara bazı yol gösterici bir fener olması umuduyla naçizane bazı öneriler getiriyorum. Çünkü kuşatıldıkları bu vahşi, insanı insan olmaktan çıkaran bu kapitalist sistemi ve onun dayatmalarını unutmamalarını, buna karşı dayanışma direnç ve mücadele içinde olmalarını, kapitalizmin insanı ve dünyayı yok etmeye yaklaştırdığını haykırmalarını salık vermeyi önceliyor üretici sezgim. Yanı sıra, tüm canlıların yaşam hakkının kutsallığının bilincinde olmalarını, tabiatı sevmelerini, çevreci olmalarını, eşitliğin ve paylaşmanın kadim duygusunu onlara hatırlatmaya gayret ettiğimi söyleyebilirim.
-Bir arafta kalma hali, melankolik ruh şiirinizde görünüyor. Bu mutsuzluk hali biraz kötümserlik, karamsarlık yaratıyor. Bunu biraz açar mısınız, bilakis bu mutsuzluk halini?
Kitaplarımı okuyan insanların bir kısmından mutsuzluk ve karamsarlık yoğunlaşması çevresinde gezindiğimi yorum olarak aldım. Fakat ben şiirlerime genel olarak umudun bir ışık olduğunu, yaşama böyle tutunduğumu da yaydığımı düşünüyorum. Belirtilen mutsuzluk aslında milyarlarca insanın yaşadığı bitmek bilmeyen zulmün üzüntüsüdür. Bu üzüntü gençlik yıllarımdaki devrimci mücadeleyle tanışıp aydınlanmamla başladı ve çok sevdiğim babamı çok genç yaşta kaybetme süreciyle derin bir şekilde doruğa ulaştı. Babam net bir duruşu olan, özel bir insandı. İnsan kalabilmenin bedelini canıyla ödemişti. Kendisine yapılan haksızlıkların ve vefasızlıkların karşısında öylesine erdemli bir duruş sergilemişti ki bu sabırlı duruş taşı çatlatırcasına ona ölümün kapısını açmıştı. Çok genç yaşta babamı insanların kötülüğünden dolayı kaybettikten sonra insanın varoluşundaki karanlık nokta çınlayıp durdu kalbimde ve zihnimde. Sanırım bu yüzden yarım kalan bir mutluluk ve büyüyen bir hüzün var şiirimde.
– “ah geceyle helalleşen kalbim
şiirsiz şu dünya ürkütüyor beni”
Neden şiirsiz bir dünya ürkütüyor sizi?
Bir deneme yazımda şöyle demiştim, “Çünkü şiir yazmasam dünyayı dolaşamam, kendime yaklaşamam, sevdiğim şeylere dokunamam, yarım kalırım, eksik kalır gülüşüm.”
-Neden beyit şeklini yani ikili dize şeklini daha çok kullanıyorsunuz, özel bir anlamı var mı?
Yok, son dosyamda dörtlükler yoğunlukta ama özellikle biçimsel bir gayretim yok. Şiirlerimin belli başlı birkaç biçimi var diye düşünüyorum.
-Çocuklarınıza, eşinize, annenize, babanıza ve dostlarınıza dair şiirleriniz var. Gerçekten her şair böyle kolay kolay yüreğini ve dizelerini açmaz. Bunun nedenlerine dair biraz bilgi verebilirmisiniz?
Kendimi bildi bileli sevdiklerime karşı duygularımı rahat ifade edememiştim. Babamı kaybettikten sonra bu hep içimde büyüyen bir yara olarak varlığını devam ettiriyor. Sanırım bu yüzden onlara olan duygularımı, onların varlığıyla sezgilenen şiirleri onlara atfederek bir ifade notu düşüyorum.
-Şiiriniz daha çok yoğun dize çalışmasını merkeze alan bir şiir. Nietzsche Antik Yunan şiirine dair şiirin esrime ve aklın birliğinden oluştuğunu söyler. Bu yoğun dize çalışmasına dayanan şiirinizin esrime halini göz ardı ettiğini düşünüyormusunuz?
Ben şiirimin kendi içinde istikrarlı tematik bir dolaşımı olduğunu düşünüyorum. Evet, bu dolaşım imgesel bir düzlemde seyrediyor genel olarak ve akışı ağırlaştırabiliyor bazen. Bu yoğunluğun şiirin iç sesinin büyüsünü ve esrimeyi dağıttığını düşünmesem de bu saptamayı asıl olarak okuyucuların genel fikri tayin edebilir, diye düşünüyorum.
-Yoksulluğun ve zulmün arttığı dünyaya karşı bir tepki bir direniş olarak algılıyorsunuz şiiri. Bunu biraz açarmısınız? Şiir bir ruhsal erinçlik olduğu duygusu olduğu hali şiirinizde yoğun bir şekilde görünüyor. Şiir olmasaydı nasıl bir direniş eyleminde bulunurdunuz?
Aslında ben şiiri bir nefes alma biçimi, gelmiş olduğumuz bu dünya denen işleyişte bir yaşama biçimi olarak görüyorum kendimde. Dolayısıyla tanığı olduğum zamanın yoksulluk, zulüm, kötülük, devrim, direnç, umut, aşk ve tabiat esenliği, ayrılık, keder, güzellik vb. birçok olguyu iç içe yaşıyorum ve böyle algılıyorum şiiri. Şiirin içine girdiğimde yaşamı daha derinlerde hissediyor, kendimi bir dip su gezintisinde buluyorum. Şiir olmasaydı, hikâyenin, romanın, sinemanın üretimindeki bir direnişte bulurdum kendimi.