Madem hayat özgürleşmek için, yeninin imkânı için mevcut çelişkileri, devrimci olan güçle yani işçi sınıfıyla çözümleyebilir o halde özgürlükten yana olan sanat neden bu gücün tarafı ve yansıtıcısı olamıyor. Olamıyor çünkü hayat ve sanatın birliği diyalektiktir ve burjuvazinin işine gelmeyen durum budur.
“‘İşçi sınıfı sanatı/edebiyatı var mı yok mu’ sorusu bile kulağa arkaik geliyor.” sözlerini işitir gibiyim kimilerinden. Proletaryanın tarihsel bir devrimci güç/özne olarak tüm dünyada egemenlerce karşılığı yok sayılırken “bu işçi sınıfı edebiyatı da nerden çıkıyor” itirazlarına şaşıramıyorum. MayaDergi olarak, kendilerinin istekleri doğrultusunda, yeni sayı dosya konusunu çeşitli meseleler bağlamında soru olarak yönelttiğimiz kimi arkadaşlardan doğrusu bu tepkileri aldık. Örneğin Gün Zileli, soruların kendi görüşlerimizin diktesi olduğunu ve cevaplamayacağını bildirerek beş satırlık bir görüş açıklaması iletti. Yazı çok net şekilde bir burjuva-küçük burjuva edebiyatı olmayacağı gibi bir işçi sınıfı edebiyatı da olmayacağı görüşünü içeriyordu.
Zileli ayrıca konu başlığımıza ilişkin olarak “edebiyatta sınıf saplantısı” söylemini kullanmış. İşçi sınıfı edebiyata girecekse de konu olarak girebilir diyor. Sağ olsun. Ama biz edebiyatın konuya indirgenemeyeceğini, biçim öz diyalektiği içinde özün konuya değil gerçekliğin ortaya konma şekli olan yönteme dair olduğunu neyse ki biliyoruz.
O çok tanıdık sakız; “Sanat angaje değildir”, “Sanat sınıflar üstüdür/dışıdır” vs. meselesine değinmek gerek. İdeolojiler üstü, siyaset üstü gibi çeşitlemelerle artıracağınız iddia en tanıdık üslubunu devletin herkese eşit mesafedeki mutlaklığında buluyor. Sanat ile devlet arasındaki bu analojiyi isteyerek yapmıyorum elbette. Kapitalizm yani halihazırda işleyen birikim ve sömürü modeli, varlığının teminatını girdiği biçimlerin özerk olduğunu uydurmakta bulur. Bu yapılar içerisinde rızadan çok korkuyu üreterek varoluş biçimi kazanmış devlet; sermayenin halk üzerindeki sürekli baskısını, şiddet tavrını ve başka ülkeyle yürütülen savaşların asıl nedenini örtmek için sınıflar üstüne intikal ettirilir.
Sanat da bu demagojinin ruhuna uygun olarak özerk midir? Sınıflarla, ideolojilerle, sermayeyle ve patronlarla herhangi bir ilişkisi yok mudur?
Leonardo da Vinci’ye ait olup olmadığı bilinmeyen fakat katakulli ile ona atfedilen “Salvator Mundi” tablosu 2017’de New York’ta düzenlenen bir müzayedede 450 milyon dolara satılmıştı. Detaylı, uzun süren bir hazırlıkla ve birkaç ara satışla fetiş hale getirilen bu büyük tezgâhın içinde büyük sermaye patronları, müzayede şirketleri, galeri patronları, küratörler, akademisyenler, sanat tarihçisi, sanat eleştirmeni gibi danışmanlar yer alıyor. Hepsi bir biçimde, bu milyonlarca dolardan pay sahibi oluyor. Eseri alan bir Suudi veliaht prensi… 450 milyon dolar ise yüz binlerce emekçinin alın teri, kanı…
Yıllar önce Contemporary İstanbul’da Bedri Baykam’ın bir tablosunu 125 bin dolar ödeyerek satın alan Ülker’in patronu, işçilerin sırtından, kanından kazandığı artı değeri boş bir çerçeveye gömerken elbette “yüksek” sanatın “yaratıcılığına” yönelik bir hayranlık beslemiyordu. Patronların sanat kültür yatırımları yoluyla vergi yüklerini hafifletmeleri, al-sat yoluyla para kazanmaları, sanat/reklam ilişkisinin sağlayacağı rekabet gücü ve kâr güdüsü boş çerçevelerin neden sanat piramidinin üst sıralarına taşındığını, alkışlandığını ve yüksek sanat sayıldığını ortaya koyuyor. Bu örnekler münferit olgular değil, tüm dünyada modern sanat adına kapitalist endüstri tarafından kapsanan süreçlerdir. Bugün sanata yön veren güdü, ilkel toplumdan günümüze çeşitli biçimlerde süregelen somutluğa denk düşen sanat ölçüleri üzerindeki ortak uzlaşıdan kaynak bulmuyor; hiç’i, kitsch’i, anlamsızı sanat ilan ederek işçilerin artı değerini katlayan kâr arzusuna göre hareket ediyor. Sanat egemen sınıf nezdinde bir sömürü modeline dönüşüyor.
Sanat endüstrisine galeriler, akademiler, müzayedeler, müzeler, yapımcılar, organizatörler ve yayıncılar yoluyla aktarılan, şişen sermaye; yabancılaşmış emek türevi olarak işçi sınıfından artı değer veya vergi yoluyla elde edilen sömürü payıdır.
Sanat tarihçisi, eleştirmen, akademisyen, danışman, teorisyen, küratör hatta sanat üreticisi… Hepsi kendilerine ödenen bu paraların hakkını vermek, bulundukları mevkii doldurmak, hayatta kalmak için çaba gösterirler. Bu varoluşu sürdürme çabası elbette Spinoza’nın 17’nci yüzyılda kastettiği, insanın doğayla ve toplumla kuracağı ilişkide duygulanımlarını ve güç derecelerini artırma çabası değildir. Spinoza ticaret burjuvazisinin yeni geliştiği, henüz sanayi sermayesinin olmadığı bir dönemde para kazanma iştahını bir duygulanım olarak olumlarken bu ilişkinin dolayımlı olduğunu fark edememişti. Oysa modern kapitalizmde, sanatla ilgilisi de dahil hiçbir birey bu dolayımlı ilişkiden bağımsızlaşamaz; yabancılaşma etkisinden bir sınıfsal bilinç olmadan kurtulamaz. Bir sanat tarihi, felsefe veya edebiyat öğrencisi; işçilerin vergileri ve artı değerleri ile oluşmuş üniversitelerde, sanat merkezlerinde, gerçekçilikten uzak metafizik/idealist görüşlerle yetiştikten ve “sanatın sınıflar üstü, ideolojiler üstü olduğunu; amacının sadece kendisi olduğunu” kavradıktan sonra yine aynı görüşlerle görevini yapmak ve maaş almak üzere bir üniversitede, akademide, galeride, yayınevinde vs. işe başlar. İsimli bir ressamın bir işverene milyonlara satılmış boş çerçevesine veya bir başka ressamın zamanında kayıtsız kalınmış, yıllar sonra zamanın ruhuna uygun olarak 500 sanat eleştirmeni ve sanatçı tarafından son elli yılın en iyi sanat eseri seçilmiş ters çevrili bir pisuvarına kariyerini ve verili çıkarlarını tehlikeye atmadan itiraz edemez. Ya uyumsuzluk göstererek, eleştirel tavır alarak parasal, akademik, sosyal dışlanmayı göğüsleyecektir ya da egemene itaat edecek, onun pozunu oynayacaktır. Pozu oynamak, verili olan içerisinde zaten normalleştiğinden rahatlatıcı gibidir. İşte bu yabancılaşma; halkın, işçilerin ve aslında bir ücretli emekçi olarak kendisinin de çalışarak sağladığı artı değerin; birikim ve sömürüye dönüşmesi sonucu, nasıl kendisini kendisi olmaktan çıkardığının bir tezahürü olur. Kimi az buçuk sistemi bildiğinden mahcup bir sessizlik içine bürünürken kimi bu yabancılaşmış pozunu gerçekleştirme niyetine girer. Sermayenin paha biçtiği sanat denen bu çalışmalar üzerine Wittgenstein, Heidegger, Barthers, Kierkegaard, Lacan, Derrida vb. metafizikçilerden alıntılarla doldurdukları tezler, makaleler, kitaplar yazar, etkinlikler düzenler.
İngiliz akademisyen Peter de Bolla’nın yakınlarda okuduğum “Sanat ve Estetik” kitabı günümüzden benzer bir örnek. Bolla, ünlü ressamlara ait, ‘prestijli’ Londra ve ABD müzelerinde sergilenen ve belli ki milyonlarca dolardan alıcı bulan; renklerin çeşitli bileşimlerinden ve desenlerinden ibaret birkaç soyut tablonun ne kadar büyüleyici, insan ötesi olduğuna ve onları algılamak için bakma biçimlerimizi değiştirmemiz gerektiğine bizi ikna etmeye çabalıyor. Yine verdiği başka bir örnekte, bir İngiliz heykeltıraşın kendi vücudundan aldığı kanı, kendi başından yapılan bir dişçi kalıbına dökerek plastik şeffaf bir küpün içinde dondurduğu yine ünlü bir müze tarafından satın alınan bir başka çalışmaya hayranlık besliyor. Bolla’nın toplumsal bir varlık olarak insan ve onun çelişkileriyle bağlamı olmayan bu soyut veya tuhaf çalışmalara ilgisini yönelten; büyüleyici oldukları yanılsamasına düşüren algı ve kavrayış tüm bu yabancılaşma süreci göze alındığında fetiştir. Bu davranış kültür endüstrisinin tüm araçlarının ortak piyasa işleyişi ve evrimiyle öne çıkardığı, desteklediği, üstün sanata dahil ettiği çalışmaları, gerçekte kâr amaçlı tapınaklara doldurduğu kültür metalarını gerçekleme üzerinden kendini var etme çabasına dönüşür.
Sanatla ilgili bireyler hangi nedenle, amaçla hareket ederlerse etsinler muhalif ve devrimci bir duruşa varoluşsal olarak et ve kemikle katılmadıkları sürece bu endüstrinin bir parçası haline gelirler.
Bu anlamda edebiyattan devam edersem, işçi sınıfı edebiyatı kavramını günümüzde üç düzlemde sorunsallaştırabiliriz: Birincisi taraflılık ya da etik mesele, ikincisi işçilerin sanat üretme meselesi ve üçüncü olarak da işçilerin yaşamlarını temalaştırma, izlekleştirme meselesi.
Bu üç sorunsallaştırma biçimi de ayrıntılı, derinlemesine bir incelemeye ihtiyaç duyuyor. İşçi sınıfı sanatı ve edebiyatı meselesini bir olgudan çok bir kavram olarak ele almak istediğim için ikinci ve üçüncü durumlara genel bir çerçeveden yaklaşmak asıl olarak tarihsel ve etik bir mesele olarak kavrama odaklanmak istiyorum.
Bugün işçilerin zamanının büyük oranda çalışmaya yani sömürüye zorunlu olması nedeniyle sanat alanına dahil olamadıklarını, alımlayıp üretemediklerini biliyoruz. Durumun çözümünün bir devrim meselesi olduğu kadar bugünden yarına inşa meselesi olduğu, işçilerin insani öz güçlerinin bugünden gerçekleşmesi doğrultusunda siyasi sınıf örgütlerinin ve öz sendikaların mücadelesinin gerektiğini ve yapılacak pek çok pratik olduğunu tartışmak gerektiğinden yanayım.
Geçmişte Nazım ile başlayan Kırk Kuşağı Şairleri, 68 ve 78 kuşağı ile devam eden çok sayıda sınıf bilinci edinmiş yazar, şair vardı. Bunların yine pek çoğu işçi sınıfının dünya görüşünü, tarihsel perspektifini devrimci pratik ile birleştirmiş; çeşitli sosyalist partilerde çalışma yürütmüş; devlet şiddeti ve hapislikle tanışmışlardı. Bu açıdan işçi sınıfının tarihsel perspektifiyle işçilerin, ezilenlerin yaşamlarını konu eden, onların sorunlarını, yaşam biçimlerini, kavgalarını edebiyata sanata gerçekçi bir bakışla taşıyan bir estetik tercih içinde oldular. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Fakir Baykurt, Sevgi Soysal, Latife Tekin, Enver Gökçe ve daha pek çoğu…
Alain Bosquet’a göğsünü gere gere ne diyordu Yaşar Kemal: Marksizm bana dünyaya bakmak için açılan en aydınlık kapı oldu. Yaşamım boyunca bu düşünceyi yaşamla ölçtüm, yanıldığını görmedim. (…) Ben inanmış bir Marksist’im.
12 Eylül faşizminin ve neoliberal inşanın 1980 sonrası, toplumu politika dışına çıkarma pratikleri ve doksanlardan itibaren sosyalist bloktaki çöküş, Marksizm’in etkisini yitirmesi, mücadelenin bastırılması her alanda gerici faşist kurumsallaşmayı artırırken aynı düzlemde gelişen kültür endüstrisinin, banka sermayesinin sanatsal alanı yutması, işçileri, ezilenleri bireyciliğe gömülü yeni yazar gündeminin dışına attı. Bu eğilime göre artık toplumsal ve sınıfsal kaynaklı bir mesele yoktu. Her şey bireyin iç dünyasından, psikolojisinden ve en fazla yaşadığı ortam koşullarından fışkırıyor, kendi içinde bir gerilime ve gelişime sahip oluyor, kendinde durağanlaşıyor, donuyordu. Tekil, parçalı, eklektik ve yüzeysel bir ayıklama ile sanat temsilini kaybediyordu. Toplumsal sınıfsal bağlam, çok yönlülük, derinlik istiyorsanız ideolojiktiniz, angajeydiniz. Toplumcu gerçekçilik ya da nesnel tarihsel kavrayış, liberal kültür bireyleri için küfür ve hakaret gibiydi. Özünde sanatçı hakikate biçim vermek durumda değildi; zaten hakikat diye bir şey yoktu.
Hiçbir şey bilinemeyeceği için üretim ilişkileri, sınıfsal çelişkiler, çelişkilerin içerisinde zorunlu olarak gelişen dönüştürücü özneler ile belirli bir diyalektik bütünlük içinde bağlam oluşturulamazdı. Sınıf yerine çokluk, çelişki yerine fark, devrim yerine kadın, çevre, LGBTİ gibi parçalı direnişler, kimlik mücadeleleri ikame edilerek gerçekliği soyutlama imkânı reddedildi. Böylece sömürü düzeni rahat rahat devam edebilecekti.
Birbirlerinin devamı olan modernizm ve postmodernizm, sanatta bu tarz bir çarpıtmayı tercih ederken, gerçekliği yok sayarken yanılsamalı bilinçten sıyrılmayarak angaje durumuna asıl düşen bir estetik tutum içine girmiyorlar mıydı? Bu durumda sanat, edebiyat nasıl sınıflar üstü olabiliyordu. Sartre’ın sözleri ile aslında sapına kadar politik olan apolitik görünüyordu. Sınıf çalışmalarından uzak kalmak, kendiyle oyalanmak sınıfsal bir tercih değilse de burjuvazinin işine yaradığı sürece apolitik de değildir. Modernist edebiyat, birey üretim tarzı ilişkisini karartırken; postmodernist edebiyat kadın, çevre, LGBTİ kimlik savaşı üzerinden sınıfsal çelişkileri yok sayarken, insanı genellerken yeterince burjuvaziye angajedir.
Hayat da sanat da sonuna kadar politik ve sınıfsaldır. Gerçekçi birey hakikati açıklamak sorumluluğuyla hemhâldır. Yaşamda bu sorumluluğu devrimci politikayla yapma cüreti etik bir varoluşken sanatta devrimci estetikle yapma cüreti de etik bir varoluştur. Gerçeklik-hakikat ya da nesnel-tarihsel kavrayış ise görünen olguların belirli bir bütünlük, tarihsel akış ve dolayım içinde ne anlama geldiğidir.
Sanatçı bu ilişkileri belirli bir inşa süresince, kendi tasarımladığı imgeleriyle, teknikleriyle hazırladığı forma sızdırır, giydirir; özgünleştirir. Bu durum nesnel tarihsel kavrayışın öznel bir yapıyla, sanatçı temellüküyle yeniden kurulmasıdır. O halde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İşçi sınıfı edebiyatı tam da gerçekçilik dediğimiz tutumdur; metafizik, sezgisel ya da nesne odaklı değil diyalektik ve tarihsel maddeci bir gözle, kavrayışla dünyaya bakar.
Örneğin para öyle göründüğü gibi rakamsal bir değer olarak soyut olmadığı gibi kâğıt ile eşleşen somut bir şey de değildir. Para tüm kapitalist sistemin ve burjuva ideolojisinin üzerini örttüğü şey olan cisimleşmiş emeğin yani işçi emeğinin hem sermaye olarak birikimi hem de değişim aracıdır. O halde modernist sanat sürecinin dillendirdiği gibi gerçek hiç de öyle bakınca, görünce, dokununca sezilebilir, anlaşılabilir bir şey değildir. Onu anlamak için üretim ilişkilerinin ve toplumun hareket yasalarını anlamak diyalektik ve tarihsel maddeci yöntemi kullanmak durumundayız. Üretim ilişkilerinin gelişim seyri ve toplumun hareket yasaları bize mevcut çelişkilerin içinde yeni gelişen devindirici ve dönüştürücü güçlerin varlığını da gösteriyor; öyle ki bu çelişkiler içerisinde kimi bileşenler, hiyerarşik bir belirlenime sahip: Kapitalist toplumdaki sınıflar içerisinde bu belirlenim tarihin ve hareketin doğal yasaları gereği ortaya çıkan bir gücün, proletaryanın lehine bir anlam taşıyor. Sınıf bilinci de buradan çıkıyor. Madem hayat özgürleşmek için, yeninin imkânı için mevcut çelişkileri, devrimci olan güçle yani işçi sınıfıyla çözümleyebilir o halde özgürlükten yana olan sanat neden bu gücün tarafı ve yansıtıcısı olamıyor. Olamıyor çünkü hayat ve sanatın birliği diyalektiktir ve burjuvazinin işine gelmeyen durum budur.
İşte bu yüzden sanat sınıflar üstü, ideolojiler üstü değil tarafgirdir ve bu tarafgirlik kendini gerçekçilik olarak ifade ettiği gibi şimdilik, devrime kadar işçi sınıfı edebiyatı sanatı olarak da ifade edebilir. Şöyle özetleyebiliriz: Gerçekçilik işçi sınıfının tarihsel perspektifini benimser ya da işçi sınıfı edebiyatı/sanatı gerçekçiliği yani tarihsel nesnel kavrayışı benimser.
Jean Paul Sartre’ın ‘sanat angajedir’ sözünden sonra Yaşar Kemal’in söylemini tekrarlayarak bitireyim:
“Ben angaje bir yazarım”