Kimse sınıflar kalmadı diyemez, bu bir kaçış olur, teslimiyet olur; kaldı ki bugün emekçi sınıflar kavramı daha da genişlemiştir. Artık kapitalizmden gereken hakkını ve payını alamayan her birey, her grup ve her kesim, katman bu saflardadır, bunun farkında olsalar da olmasalar da… Bu kesimleri işçi sınıfı birleşiminden çıkarmak ise körlüğün yürürlükteki ismi olur.
1.Ne yazık ki böyle bir işçi sınıfı edebiyatı bilinci hiçbir zaman var edilemedi. Yalnızca kültürel altyapının değişimi ile bazı edebiyatçılarımız ürünlerinde bu doğrultuda, çoğu da spontane, gerçekçi yaklaşımlarda bulundu. Toplumcuyum diyen sanatçılar da değişimi doğrudan ele alan, örneğin Türkiye’de işçi sınıfının toplumsal durumunu gözeten yapıtlar veremediler. Yani bu sınıfın panoramasını gelişim ya da değişim sürecinde dile getiren ürünler yaratılamadı. Her ele alış toplumsalcı bir tutumdan ibaret kaldı. İşçi sınıfı kuramı/bilgisiyle işe girişilmedi. Vedat Türkali’nin Güven’inde bile Rahmi Usta’nın hayatı yoktur. Üst basamaktakiler ve teorik planda kalan bir roman örgüsü vardır. Yapılan bazı denemeler ise gerçekliği doğal çıplaklığıyla yansıtmaktan daha ileri geçemedi, roman gerçekliği hissi derinlemesine işlenemedi/verilemedi. Yokluğu, yoksulluğu dile getirme edebiyatı… Böyle olunca da bazı çevrelerce eleştirildi. Roman bizim anladığımız anlamdaki hayata uyarlanabilen en uygun daldır, alandır oysa. Sınıf oylumunda, sınıfa toplumcu bilinç ışığında ve sınıfın hayatını tümüyle kapsamına alan bir büyüklükte romanımız olmadı.
Ayrıca şunu hemen bir itiraz olarak söylemem gerekir. İşçi sınıfı sanatı diye bir sanat adlandırması zoraki bir adlandırmadır ancak işçi sınıfını işleyen yapıtlar olabilir. Sosyalizmde oluşacak bir sanat da ‘yeni insanlığın sanatı’ olacaktır; bunu o zaman adlandırmak gerekir. Yeniden dönüp Jidanovculuğu tartışacak durumumuz yok. Sanat kişiye özgü bir yaratımdır; kişilerin değişimiyle sanatın/yaratılan yapıtların rengi de içeriği de değişecektir. Hayat suni/yapay olanı kusar. Kaldı ki ürünlerde çeşitlilik sanatın olmazsa olmazlarındandır; bu da sanatçının genleriyle ilgili bir durumdur. Sanat kendine, yeniyle birlikte zamanla bir dünya yaratır ve kalıcı ürünler de o zaman ortaya çıkar, bu sanat doğal olarak yeni dönemin adını alır. Yeni dönemde bile farklı akımlar gündeme gelebilir. Sanat bütün insanlığındır; bu açıdan sanatın bir sınıfı anlatması ya da bir sınıf bireyince üretilmesi onun bütün insanlarca izlenmeyeceği anlamına gelmez.
Devrimci savaşım dönemlerinde öncü yapıtlar üretilebilir, bu yapıtlar sınıf savaşımını anlatır, umudu işler, gelecekte olacakları o mücadelenin içeriği yapar ki insanlar ne için dövüştüklerini bilsinler. Adlandırmalar buna göre çeşitlilik gösterir: Devrimci, sosyalist, sosyalist gerçekçi, Direnen, Marksist sanat vb. gibi… Doğaldır ki bu söylediklerim açımlanması ve tartışılması gereken argümanlardır. Politik savaşım/mücadele yaratılmadan/verilmeden sanat yön bulamaz, bu alana eğilimli sanatçı tarihi zorunluluğu anlamak, bilmek zorundadır. Sanat politik mücadeleden soyutlanamaz, işte onun içindir ki öznesi de soyutlanamaz.
Bir başka itirazım ise “edebiyat ve sanat” sözünedir. Edebiyat zaten sanatın bir ögesi/dalıdır; ya sanat diye söz açarız ya da sanatın herhangi bir dalından; örneğin edebiyattan söz edeceksek ‘edebiyat’, vb. diye kullanırız. “Kültür, sanat” deyip sanatı anlatmak da aynı yanlışı yapmaktır. Sanat kültürün ögelerinden biridir sadece. Her bir öge ve dal doğrudan kendi adıyla söylenip işlenmelidir. Manevi kültürün içinde pek çok başlık vardır çünkü.
2. İşçi sınıfı üzerine yazanların işçi olması gerekir mi? Gerekmez. Öyleyse sınıfı iyi tanıyıp analiz etmiş, işçi sınıfı dışından da yazanlar olabilir. İşçiler de yazabilir, sanatın her dalında ürün verebilirler. Günümüz işçileri daha çok okuma yazmaları olan, hatta nitelikli meslek kişileridir. İsterlerse ve sanat alanında yetenekleri varsa yaratabilirler. Çoğu iş alanında iş saatleri normale yakındır. İnsanlar isterse her koşulda yazabilirler. Bizim kuşak böyle bir mücadelenin içinden geliyor.
İntihar olayları ise yalnızca iş zorluğundan kaynaklanan sonuçlar değil. Bilinçli işçilerin sabırlı, dayanıklı, savaşımcı olduklarını da biliyoruz. Her iş alanının kendine göre zor yanları elbette vardır. Bunları genelleştirerek bir sonuca varamayız. Yazmak, hatta okumak/merak salıp öğrenmek bir seçim sonucundaki durumdur. Ülkemizde çok rahat işlerde çalışan insanlar yılda kaç roman okuyorlar ki?.. Karnını doyurmayı hedef seçmiş insan yığınlarını önce okumanın gerekliliğine inandırmak gerekiyor demek ki. Bu durumun parayla pulla ilişkisi yok. İstediğinde insan okuyacağı kitapları parasız da bulabilir. Biz bu yoksulluk edebiyatından/çığlığından kurtulmak zorundayız artık.
3. Gerçek sendikal savaşımlar bir işçinin normal bir hayatı yaşaması için olmalıdır ki bunu hedefleyen sendikalarımız vardır. Bu alanda savaşım vermesi gereken yalnızca sendikalar olmamalıdır, sosyalist partiler, dernekler hatta bireyler de bu alanda savaşım vermelidirler. Çünkü yetişmiş birey olma ve sosyalist savaşıma katılma bu bilinçlenmeden geçer. Amacımız kapitalist sistem içinde kalıp sistemi revize etmek, yalnızca düzeni iyileştirmeyle yetinmek olmamalıdır. Asıl görev, geleceğe zemin hazırlamaktır.
4. İşçilere, köylülere ilişkin birçok roman ve öykü yazılmıştır. Ama bunlar bir sınıf bilinci kazandırma amacını gütmezler. Yokluğu, yoksulluğu, haksızlığı, eşitsizliği yansıtmaktan ibaret kalmıştır çoğu. İşçi hayatına değgin bugüne kadar yazılan romanlar ve öyküler elbette değerlidir; fakat bizim baktığımız açıdan yeterli değildir. Refik Halid Karay’dan (Hakk-ı Sükût/ Sus Payı), Mahmut Yesari’den (Çulluk), Reşat Enis’ten (Sarı İt, Toprağın Kokusu), Nevzat Üstün’den (Akrep Üretim Çiftliği) başlayan işçiye dönük yazılan eserler öncü olmalarına karşın bir plan çerçevesinde yazılmamışlardır. Hâlâ bugünümüzde de bu savrukluk sürüp gitmektedir. Sınıfı zenginliğiyle anlatabilir ve bu yüzyıldaki durumunu yazabilir dediğimiz yazarlarımız bile değişik denemeler yapmışlardır, yapmaktadırlar. Aslında ülkemizde, toparlandığında epey bir toplam oluşturabilir bu tür yapıtlar: Orhan Kemal (Bereketli Topraklar Üzerinde, Cemile, Grev, vb.), Fakir Baykurt (Gece Vardiyası), Nâzım (Galip Usta’sı), İrfan Yalçın (Ölümün Ağzı), Nejat Elibol (Direnen Haliç), Rıfat Ilgaz (Cibali Kızlar’ı), Yaşar Kemal (Filler Sultanı İle Kırmızı Sakallı Karınca), Hacan Yılmaz (Nehirler Okyanusa Akmalı), Metin İlkin (Öyküleri), Erol Toy (Bal Tutanlar, Gözbağı), Zafer Aydın (1968 Derby İşgalinden Geleceğe Yazılmış Mektuplar), Hasan Kıyafet (Umut Direniyor), Erol Çatma (Kömür Tutuşunca), Tacim Çiçek (Bozkırda Patlayan Tüfek), Hakkı Özkan (Grevden Sonra), Halikarnas Balıkçısı (Aganta Burina Burinata), Güney Dal (E-5), Muzaffer Oruçoğlu (Grizu), Celal İlhan (Ateşle Dans), Ergin Erkiner (Bir İşçinin Dönüşü, Taşınamayan Özgürlük), Kemal Tahir, Samim Kocagöz, Talip Apaydın, Zeyyat Selimoğlu, Abdülkadir Konuk vb. gibi yazarları bu bakış açısıyla kim okudu? Bu açıdan kim değerlendirdi; kocaman partiler var ama manevi kültür alanına eğilme yok. Bu yazma akışı bir akım hâline getirilemedi.
Tuncer Uçarol ile benim çabam da yarım kaldı. Bir sendikayla bu alanda, işçi edebiyatı alanında yarışmalar düzenledik, yorulduk ama bizim ünlü yazarlarımız bu konuya yakınlık bile göstermediler/ duymadılar. Amacımız bir işçi sınıfı kitaplığı oluşturmaktı. Nerdeyse ünlenmişlerin hepsi bir postmodernciliğin peşinde kendilerine başka bir alan yaratmaya çalıştılar, merkezin gözüne girmek için yarıştılar. Sözün özü, bizde “sosyalist bir işçi sınıfı edebiyatı” yaratılamadı, işçi sınıfı kitaplığı kurulamadı. Peki, sanatın başka dallarında yaratılabildi mi, hayır. Tabii ki birkaç çıkış yapan yapıtlar vardı, ama yeterli olamadı. Demek ki tarihsel olarak buna varacak henüz bir gücümüz yok.
5. Sanata her zaman ulaşılır, yeter ki ona ilgi duyalım. Herkesin sanatçı olması zaten mümkün değil; yetenek ve sabır işi, bu sabrı gösterip de yeteneği olanlar zaten bu işin içindedirler. İstenilen noktaya er geç varabilirler.
6. Önce bir yazsınlar da iş yayımlatmaya kalsın. Hiçbir güzel, yetkin eser yerde kalmamıştır, mutlaka ortaya çıkar, hatta çıkarılır; bundan parasal fayda sağlayacaklar bile seve seve yayımlarlar başarılı yapıtları. Şu paralı basılan kitaplar arasında, nitelikli, burada konuştuklarımıza koşut bir yapıt söyleyebilir miyiz, yok; herkes bir yol tutturmuş, yazar, şair olmak peşinde… Ne yapacaklarsa!
7. “Yani işçilerin her anına çökülmüş, robotlaştırılmış çileli yaşamları ve mücadeleleri, işimizin düştüğü her yerde gözümüze somut olarak çarpıyor. Yakın zamanda Yemek Sepeti, Getir, Trendyol, Starbucks, Amazon gibi pek çok alanda direniş ve mücadeleye tanık olduk. Bu gelişmeler işçi sınıfı edebiyatına dönüş için yakın dönemde bir kuvvet oluşturur mu?” diyorsunuz; saptamalarınız elbette gerçekçi ve doğru ama bu iş alanları işçi sınıfının en kolay çalışma alanları, yapılan savaşım ise yalnızca güncel ekonomik savaşım/mücadele… Bunu ideolojik savaşıma dönüştürecek olan öncü sendikalar yok, partiler yok ama olmalıdır. Bu bilinçlenmeden sonra ancak politik savaşım verilebilir. Bu cehaletle buradan bir edebiyat doğmaz. Bugün nereden bakarsanız bakın, partilere ve sendikalara büyük iş düşüyor ki onların da güç durumları belli.
Kimse sınıflar kalmadı diyemez, bu bir kaçış olur, teslimiyet olur; kaldı ki bugün emekçi sınıflar kavramı daha da genişlemiştir. Artık kapitalizmden gereken hakkını ve payını alamayan her birey, her grup ve her kesim, katman bu saflardadır, bunun farkında olsalar da olmasalar da… Bu kesimleri işçi sınıfı birleşiminden çıkarmak ise körlüğün yürürlükteki ismi olur.
……
12. “İşçi sınıfı sanatının siyasi hareketler tarafından sadece propaganda aracı olarak kullanılması hakkında ne düşünüyoruz?” diyorsunuz. Böyle bir şey mi var; varsa ne güzel; savaşımın bir parçası oluvermişse başarı vardır sanat adına; böyle bir yarar sağlanmışsa Marksist sanat kuramının bir ilkesi hayata katılmış demek olur. Çünkü “yarar da gözetilmelidir sanat eserinde”.
Özgen SEÇKİN