Sanat ve edebiyatın kabaca propaganda aracı olduğunu söylemek, meseleyi kavramaktan uzaktır diyebiliriz. Bununla birlikte sanatın yaşamla ilgili olduğunu, hayatın sanat ve edebiyatı öncelediğini söylemek zorundayız. Bu yüzden sanat ve edebiyatın, tıpkı bilim, felsefe ve siyaset gibi dünyanın değiştirilmesinde devrimci bir işlev gördüğü açıktır.
1.Önce burada kullanılan bir kavrama ilişkin konuşmak istiyorum. Toplumcu dedikten sonra devrimci demek gereksiz hale gelir. Her devrimci, toplumcu olmak zorunda değil ama her toplumcu zorunlu olarak devrimcidir. Kavramın orijinali sol Bolşevik Gorki’ye aittir ve toplumcu-gerçekçi olarak geçer literatürde. Toplumculuğu, bilindiği gibi Türkçeye sosyalist olarak çeviriyoruz. Dolayısıyla devrimci gerçekçi ifadesinden de daha etkili ve politik bir kullanımdır. Toplumcu gerçekçi terimini aşmak istiyorsak (gereksiz olmakla birlikte) ona oranla daha içerikli ve radikal bir ifade önerilebilir. Daha güçlüsü söz konusu olmadığı sürece toplumcu-gerçekçi ifadesini, bu türden sanat ve edebiyat etkinliklerinde, kullanmayı ve yaygınlaştırmayı sürdürmeliyiz.
Toplumcu gerçekçilik de soruda işaret edilen diyalektik materyalizm ile bağlantılı olarak ortaya çıkmıştır. Diyalektik ve tarihsel materyalizm olarak ifadeyi genişletebiliriz. Her toplumsal etkinliğin tarihsel olduğunu söylüyoruz ve bu da var olanının değişime gebe olduğu anlamına geliyor. Aksi halde burjuva-feodal koşullarda güçlü bir halk edebiyatı veya daha spesifik olarak bir proleter sınıf edebiyatından ve sanatından söz edilmesi mümkün olmazdı. İşçi sınıfının gelişip dünya ölçeğinde genelleşmesi hatta Rusya ve Çin gibi toplumlarda iktidar olunması, doğaldır ki eski değerlerin buharlaşması ve yeni değerlerin baskın hale gelmesine imkan vermiştir. Sanayi toplumları başta olmak üzere dünyanın gündemine işçi sınıfının girmesi, sanat ve edebiyat dünyasında da bir paradigma değişikliğine neden olmuştur. Çernişevski, Emile Zola, C. Dickens, G. Flubert, V. Hugo gibi yazarlarda emekçi sınıfların konu edildiği görülüyor. Bunları daha çok burjuva gerçekçileri veya eleştirel gerçekçiler olarak görmek doğru olur.
Bizim gibi ülkelerde geç sanayileşmeden dolayı proleterleşmenin zayıflığından söz edilebilir. Bu objektif durumun üstyapısal gelişmelere de yansıdığını anlamak zor olmasa gerek. Romanda, şiirde, öyküde, müzikte ve sinemada işçi teması aradığımızda, bunun cumhuriyet zihniyetinin engelinde ve gölgesinde kaldığını tespit etmek zor olmuyor. Emek-sermaye çatışmasının üstünü örten ve modern ulus devlet ihtiyaçlarını öne çıkaran çalışmaları anmak gerekiyor. İmparatorluğun son yıllarında ve özellikle cumhuriyet jenerasyonuna bakılırsa Doğu-Batı sorunsalı ya da kır-kent ilişkisi, bazen de kuru ve kaba tarzda kadın erkek çelişkilerinin ele alındığı görünüyor. Aydın halk çatışması da, emek meselesinin üstünü örtmüştür. Namık Kemal’den Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na dek pek çok sanat ve edebiyat insanı bu çizgidedir.
Ben ülkemizde toplumcu-gerçekçi sanat ve edebiyattan söz ettiğimde beş kişinin mutlaka adını anarım: Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Ruhi Su, Yılmaz Güney ve Muzaffer Oruçoğlu. Nazım Hikmet, başta şiir olmak üzere eserlerinde işçi, köylü ve emekçileri ön plana çıkarır. Bir bakıma bir komünist teori kurar. Sanatı buraya bağlar. Sabahattin Ali, öykülerinde genel olarak emeğe ve emekçilere vurgu yaparken konuyu çocuk işçiliğine dek genişletir. Resmi ideolojinin “sınıfsız imtiyazsız toplum yarattık” yalanını öyküleriyle yalanlar.
Emekçi sınıfların müziğe taşınması da Ruhi Su ile görünür olmuştur. Benzer bir izleği 1960’lı yıllardan itibaren sinemada da görüyoruz. Toplumcu-gerçekçi sinema deyince ilk aklıma gelen isim Yılmaz Güney’dir. Türkiye’de proleterleşme maden işçiliğiyle başlar ve Zonguldak havzasını mutlaka anmak gerekiyor. Bu sürecin yazarı olarak Muzaffer Oruçoğlu ismini mutlaka anımsamak gerekiyor. Diğer çalışmaları bir yana dört kitaptan oluşan Grizu adlı bir eseri, DİSK İşçi Romanı ödülü almasıyla da ünlüdür.
4. Soru bağlamında iki noktanın altını çizmek isterim. Birisi, sanatsal aktivite ile sanatçının zamana olan ihtiyacı arasındaki ilişki. İkinci nokta ise sanatsal ürün verme ile sanatçının sosyal ve eğitsel olan ile ilişkisinin sorgulanması. Ben ikisinin de sanatsal aktivite ve sanatsal ürünle doğrudan ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Yani gerek eskiden gerekse günümüzde “emekçiler zaman bulamadığı için sanat yapamıyorlar” diyemeyiz. Boş zaman ile düşünsel, felsefi etkinlik arasında ilişki kurma yanlışına Aristoteles de düşmüştür. Oysa günümüzde bile pek çok toplumsal kesim veya şahıs boş zamanını hiç de sanat ve edebiyat çalışmalarıyla geçirmiyor. Bunun yerine zaman, kahve veya kıraathanelerde veyahut da nargile salonlarında geçiriliyor.
Bunun gibi sanat ve edebiyat eğitiminin, emekçileri dışlamasının onları sanat ve edebiyat etkinliğinden uzaklaştırdığı kanaatinde değilim. Nitekim Gorki ve Brecht gibi isimler de dahil olmak üzere yukarıda sözünü ettiğimiz kendi coğrafyamızda ortaya çıkan beş toplumcu gerçekçi sanat ve edebiyat insanı da bildiğim kadarıyla sanat akademilerinden ya da edebiyat fakültelerinden mezun olmadılar. Elbette ağır çalışma koşullarına maruz kalan insanların/emekçilerin dezavantajlı durumlarından da söz etmek gerekiyor; ama bu durumun tali planda olduğu kanaatindeyim.
Öte yandan ezilmişlik ve sömürüye maruz kalmak sanat ve düşün eylemini kışkırtma işlevi de görmektedir. Bu yüzden sanatın bir de “halk kaynağı” vardır ki bu nedenle sanat ve edebiyatın asıl yaratıcısı halktır diyoruz. Bu yüzden folklorik sanat veya halk sanatından söz ediyoruz. Halk edebiyatı, halk hikayeleri, halk türküleri, tüm bunlar üzerinde düşünülmelidir. Kaynak burasıdır. Maddi zenginlik gibi estetiği üreten de emekçi sınıflardır. Bununla birlikte her çağda egemen düşünce ve düşünce ürünleri egemen sınıfların olduğu gibi egemen sanat ve edebiyat da egemen sınıflarındır. Demek ki her çağda egemen olmasa da emekçi sınıfların sanat ve edebiyat etkinliğinden de söz etmek gerekiyor. Shakespeare’in, Goethe’nin, Beethoven’ın temelinde olduğu gibi Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Ruhi Su’nun temelinde de halk kaynakları bulunmaktadır.
5. Kürt ulusu gibi diğer ezilen ulusların sanat ve edebiyatta ön planda olmadıklarını düşünebiliriz. Çünkü düşünsel, sanatsal ve edebi faaliyetlerin ulus devletle yakından ilgili olduğu sır değildir. Hatta uluslaşma sürecinde, sanat ve edebiyatın ezen ulus lehine rol oynadığı ve gerici bir karaktere büründüğü de sır değildir. Buradan hareketle diyebiliriz ki sanat tek boyutlu bir fonksiyon oynamıyor. Hem ilerici, ilerletici hem de gerici rol oynayabiliyor. Bizim tarihimizdeki milliyetçi, ırkçı, faşist “sanat ve edebiyat” anlayışlarını ve eserlerini anımsatmakla yetiniyorum. Bu yüzdendir ki sanat ve edebiyat denildiğinde sosyalist-gerçekçi sanat ve edebiyatı anlarım.
Kadının kamudaki görünürlüğü, ona yüklenen toplumsal roller ve kadının itildiği toplumsal cinsiyet konumu, başlı başına bir yazı konusudur. Soruya odaklanırsak ilk akla gelen şudur: Ezilen sınıf ve cinsler düşün/sanat alanında daha etkili olabiliyor. Genel olarak Kürt toplumu özel olarak da Kürt kadınlarına bakıldığında ezen ulus kadınlarından çok daha büyük bir ilerleme gösterdikleri fark edilebiliyor. Edebiyat, sanat, medya, gazetecilik, politika, yönetme ve yazarlık çizerlik yeteneği bakımından oldukça yetkin bir düzeyi temsil ettikleri anlaşılıyor. Bu yüzden de Kürtler gibi Kürt kadını da milli zulme maruz kalıyor.
Bu noktada Lenin’in çok önemli bulduğum bir yaklaşımına bağlanabiliriz. Bir yazısının başlığını “Geri Avrupa İleri Asya” olarak koymuştu Lenin. Buna göre ekonomik, bilimsel ve teknolojik olarak geride olmak politik ve örgütsel olarak avantajlar yaratmaktadır. Devrimin merkezinin Doğu’ya kayması da anlamlı hale geliyor böylece. Ben Kürdistan örneğini ve soruda yer alan Kürt -işçi- kadının sanat ve edebiyat ile olan diyalogunu da buradan açıklamak isterim.
6. Öncelikle bir gerilimden söz etmek gerekiyor: Zor yolunu izleyerek doğrudan bir proletarya devrimini savunmak ve gerçekleştirmek ile sanat ve edebiyat araçlarını kullanarak devrimin yolunu açmak ve süreç içinde onu gerçekleştirmek. Benim açımdan ikisi arasında bir diyalektik olduğu açıktır. Sanatı, sınıf mücadelesinin estetik araçlarla sürdürülmesi biçiminde tanımlarsak aradaki gerilim ve mesafe de ortadan kalkar. Dolayısıyla sanat ve düşün alanından konuştuğumuzda esasen sınıf mücadelesinin içinden konuşuyoruz demektir. Bu durumun yayın piyasasına yansıması anlamsız değildir. Orada da karşıt sınıflar vardır. Zihniyet düzeyinde de olsa “sol” yayınevlerinde de benzer bir pozisyon tespit etmek zor değildir. Üstelik bu durum, soruda hissettirildiği gibi yeni de değildir. Buna göre sanat ve edebiyat kişisi, sınıf mücadelesinin yayın alanında da sürdüğünü bilince çıkarması gerekir.
Buradaki olumsuz duruma rağmen çağımızın bazı avantajlar yarattığı da bir realite olarak ortada durmaktadır. İnternet teknolojisine bağlı olarak düşünceleri ve eserleri sergileme, tanıtma, iletme ve yayma imkanları oldukça artmıştır. Sanat, düşün, bilim ve felsefe adamları, kadınları, gençler ve yetişkinler, önceden asla söz konusu olmayan imkanlara sahiplerdir. Nitelikli ürünlerin kolayca tanınma, edinme ve yayılma olanağı bulduğunu tespit edebiliyoruz. Bu söylediklerim soruda sözü edilen engelleri aşmanın bireysel yollarından birisidir ve bence belirleyicidir. Sanat ve edebiyat kişisini, başka bir güce, örneğimizde yayıncıya bağımlı olmaktan kurtaracaktır.
Sorunu bireysel olarak değil de toplumsal olarak aşmanın yolu ise organize olmakla ilgilidir. Pek çok yazar ve sanatçı yayın sorununu angaje oldukları örgüt ve partilerin imkanları dahilinde çözmektedir. Bağımsız sosyalist yazar, sanatçı ve düşünürlerin çok daha büyük bir çevreyi oluşturduğunu düşünürsek dile getirilen sorunun ne denli önemli olduğu da ortaya çıkıyor.
10. Marksist teori kurulduğundan beri onun içine pek çok burjuva-liberal düşüncenin sızdığı doğrudur. Bilhassa bizim gibi toplumlarda milliyetçilik de komünist düşünceyi bir hayli sekteye uğratan bir akım olarak halen etkindir. Postmodernizm de daha kısa bir süreliğine Marksizmi hedef almış gibidir. Fakat sol milliyetçilik ve sol liberalizm kadar etkili olduğunu düşünmek yanlış olur. Zaten dünyada olduğu gibi ülkemizde de son beş on yıldır etkisinin azaldığını söylemek mümkündür. Bu soru bağlamında Marksizmi ve bunun sanat kanalını biraz konuşmak gerekiyor.
Soruda dikkat çekilen sol yazarların, Marksizmle olan ilişkileri daha önemli görülüyor. Türkiye’de halen belli bir kesim Marksizmi, aydınlanmacılık, ilericilik, modernizm, kamuculuk, devletçilik sanıyor. Bir kısım sanatçı ise sosyalizmi ateizm veya laiklik gibi bir şey olarak algılıyor. Pozitivizm ya da bilimcilik zannedenler de az değil. Din düşmanlığı sananlar da var. Sol kurumların ve ayrıca şairlerin, tiyatrocuların, sinemacıların, romancıların Marksizm anlayışlarını araştırdığınızda bunu tespit etmeniz zor olmayacaktır. Bu anti-Marksist zihniyetle yapılan sanat ve edebiyatta işçi var olsa bile bunun bir değeri olmuyor. Önemli olan, emekçilerin sanat ve edebiyat eserlerinde “değiştirme dinamiği” olarak gösterilmesidir. Yoksa eserde tepeden tırnağa işçiden söz edilmesi, devrimci bir değer taşımaz.
Platon ve Aristoteles de köleden söz ediyor ama onu “insan” olarak görmüyorlar. İşçinin bir birey veya sınıf olarak ele alınması da yetmez. Emekçilerin ve diğer ezilenlerin değiştirme ve dahası “devrim yapma kültürü” olarak ele alınması gerekir. Oysa yüz yıldır yapılan sanat ve edebiyat anlayışı, bu düşünceden uzak görülüyor. Ülkemizin en büyük isimleri olarak Nazım Hikmet de bile, bütün dehasına rağmen milliyetçi unsurlar saptamak olasıdır. Keza en büyük romancılarımızdan olan Orhan Kemal’de emekçi sınıflar yalnızca vardırlar ama bir “devrim yapma kültürü” olarak değil.
Bu eleştirel bakış bence Marx ve Lenin’i de içine alacak kadar genişletilebilir. Marx’ın, gerici bir krallığı savunan Balzac’ı yüceltmesi ne kadar doğrudur, kurduğu devrimci, komünist teoriyle ne denli örtüşür? Aynı soru Tolstoy ve benzeri sanatçılar için analizler yazan Lenin bakımından da geçerlidir. Şu da var ki, her iki devrimci teorisyen de henüz proletaryanın dünyaya ağırlığını koymamış olduğu dönemin insanlarıydı. Proletarya kültürünün belli bir zenginliğe kavuştuğu günümüzde yaşamış olsalardı belki kanaatleri değişirdi.
Eskiyi yüceltme anlayışını Brecht’e karşı Lukacs da savunmuştu. Ben bunun nedenini de 100-150 yıl öncesindeki durumla, proletaryanın yeterince gelişmemişliğiyle açıklanması gerektiğini düşünüyorum. Oysa bugün hala belli bir kesim söze “Osmanlı klasikleri” diyerek başka bir kesim de “cumhuriyet klasikleri” diyerek başlıyor. Toplumcu gerçekçi sanat ve edebiyat insanlarının, bunları aşacak bir teorik zihniyet içinde olması zorunludur. Bu yüzden ülkemizdeki sanatçıların genel olarak felsefi birikim ve özel olarak da Marksizm açısından yeterli olduğunu düşünmek zor görünüyor.
Halen hükümetin değiştirilmesi iktidarı değiştirmek, Türkiye’yi değiştirmek ise dünyayı değiştiren olarak anlaşılıyor. Ufku dar, sanat ve edebiyatı nispeten kuru olan bir estetikçi tipolojisiyle karşı karşıyayız. İyi olan yan da var elbette. Türkiye ve Kürdistan coğrafyası, potansiyeli olan bir coğrafya. Bunu batılı analistler de kabul ediyor. Dolayısıyla daha fazla felsefi-ideolojik mücadeleyle, sosyalist gerçekçi sanat ve edebiyat çabası içinde olarak durumun aktif hale geleceğini, yeni ve başka bir dünyanın kurulabileceğini, sosyalist ütopyanın gerçekleşeceğini düşünebiliriz.
11. Marx ve Marksizm açısından sınıf mücadelesi, başlıca dört entelektüel kulvarda yürütülmektedir. Bunları bilim, sanat, felsefe ve siyaset olarak kategorize ediyorum. Bunların kendine özgü düşünüş, dilsel ve üslupsal özellikleri, yol ve yöntemleri var. Şimdi bunun ayrıntısına girmiyorum. Sanat ve edebiyat diğerlerinden farklı olarak imge, tip, karakter, renk, ses ve simgelerle var oluyor. Sosyal sonuçları bakımından insanlığa estetik ve etik incelik kazandırmada son derece belirleyici rol oynuyor.
Nitekim Dostoyevski, insanların bilimsiz ve ekmeksiz yaşayabileceğini ama sanatsız yaşayamayacağını yazmıştır. Buna göre sanat ve edebiyat bir bakıma insanı insan yapan temel entelektüel disiplin gibi görünmektedir. Böyle bir gerçeklik olmasına rağmen, Sanatın Gerekliliği adıyla kitaplar da yazıldığı halde (E. Fischer) ülkemizde sanat ve edebiyat bilincinin yeterince geliştiği söylenemez. Bunun nedeni olarak Türkiye’de sınıf mücadelesinin 1970-1980 arası kökleştiği, bu yıllarda da mücadelenin pratik boyutuna yönelme olduğu, bunun da bir alışkanlığa yol açması düşünülebilir. Bu olumsuz yana rağmen devrimci/komünist örgüt ve partilerin kendilerine ait kültür merkezleri, sanat- edebiyat dergileri olduğu da bir başka gerçeklik olarak karşımızda duruyor.
Adları bilinen bazı kişi ve kurumlar olarak Grup Yorum, Ferhat Tunç, İlkay Akkaya, BEKSAV, Tohum Kültür Merkezi, Sanat ve Hayat dergisi, Sancı sanat dergisi, Evrensel Kültür Merkezi ve dergisi, Mezopotamya Kültür Merkezi, İdil Kültür Merkezi, Özgür Üniversite, Selahattin Demirtaş, 68 kuşağından Nihat Behram, Muzaffer Oruçoğlu ilk aklıma gelen isimler ve kurumlar. Tüm bunların yeterli, nitelikli ve sürekli olduğu ve köklü bir gelenek bıraktığını söylemek mümkün görünmese de bir yanıt olarak düşünebiliriz.
Sanat alanının zayıf kalmasını elbette yalnızca devrim cephesinin sübjektif niyetiyle açıklamak eksik ve hatalı olabilir. Sanat faaliyetleri sınıf mücadelesinin nitel ve nicel özelliklerine paralel olarak yürüyor. Dolayısıyla daha fazla ve bilinçli çaba içinde olmak gerekiyor. Sanatı sanat için yapmadığımız gibi sanatı yalnızca sanatçılara da bırakamayız. Burjuva sanatçılarına hiç bırakamayız. Sanat ve edebiyat mücadelesinin hem sisteme karşı hem de sanat ve edebiyatın kendisine karşı yapılması gerekiyor. Burjuva-feodal sistem sürekli sanat ve edebiyat adı altında sahte estetik haz kaynakları imal ederek kitleleri kuşatıyor. Bu kuşatma ancak toplumcu gerçekçi bir sanat ve edebiyat mücadelesiyle kırılabilir.
12. Yine kavramsal bir açıklama yapmak isterim ki, işçilerin yalnızca konu olduğu sanat ve edebiyatı sosyalist olarak değerlendirmek doğru görülmüyor. Söz konusu eserlerin sınıf mücadelesinde bir fonksiyonunun olması gerekir. Sanatçının partiye angaje olmasının şart olmadığını düşünsem de sanatın politik olması kaçınılmaz görünüyor. Çehov’un dediği gibi her sanat eseri bir fikri taşımak durumundadır.
Sanatın araç mı yoksa amaç mı olduğu tartışmasının tarihi epeyce eskidir. Romantik ve ayrıca liberal gelenek sanat ve edebiyatın araçsallaşmasına karşı çıkmışlardır: Sanat, sanat içindir. Kulağa hoş gelen bu ifade ülkemizde sanat ve edebiyatın yüceltilmesi sonucunu getirmiştir. Birçok burjuva/liberal kesim sanatın araç değil amaç olduğunda ısrar ediyor. Oysa Hegel, estetik derslerinde sanatın kamu için olduğunun altını çizmektedir. Marx’ın ve Marksizmin de bu çizgide olduğunu, olması gerektiğini düşünüyorum. Böylesi bir mesele bizi ister istemez Marksizm, sanat ve sınıf ilişkisini bizatihi birlikte ele almaya ve incelemeye götürür/götürmelidir.
Sanat ve edebiyatın kabaca propaganda aracı olduğunu söylemek, meseleyi kavramaktan uzaktır diyebiliriz. Bununla birlikte sanatın yaşamla ilgili olduğunu, hayatın sanat ve edebiyatı öncelediğini söylemek zorundayız. Bu yüzden sanat ve edebiyatın, tıpkı bilim, felsefe ve siyaset gibi dünyanın değiştirilmesinde devrimci bir işlev gördüğü açıktır. Dolayısıyla sanatın yalnızca bir propaganda aracı olarak görülmesine hayır; ama insanı, dünyayı ve toplumu kavrayarak değiştirme düşüncesiyle birlikte propaganda işlevi gördüğüne, görmesi gerektiğine evet diyoruz.
Mehmet AKKAYA