Eğer eski zamanların uğuldayan seslerini duymak isterseniz hom çıkmadan bir tekneyle göle doğru açılarak sakar mekelerin, karabatakların, yalıçapkının gezdiği sazlıklarda kuş seslerine sessizce karışın.
Yerelde Köyceğizliler dalgayı “hom” olarak adlandırır. Gölü de günlük yaşamlarında deniz olarak tanımlamaları oldukça yaygındır.
Bu adlandırma onların gözlerinin önündeki su parçasını ne kadar heybetli gördükleriyle, ona karşı duydukları sevgiyle açıklanabilir ancak.
“Hom” çıkmadan, “homa” yakalanmadan yola düşmek önemliydi eski zamanlarda. Özellikle öğleden sonra çıkan rüzgarla başlayan dalga tekneleri zorlar, acemi kaptanlara korku dolu anlar yaşatırdı.
Gölle ilgili bir şeyler yazmayı düşünürken geçenlerde bizim köyün karşısında bir adadaki yapıyla ilgili öğretmen arkadaşım soru yöneltince tanıklıklarımı aktarmayı düşündüm.
Yereldeki pek çok şey gibi yaşanmışlıklar da kayda alınmayınca bir zaman sonra unutulup toplumun hafızasından siliniyor. Bellek kaydı, hafızayı diri tutmayı bilinçli bir tutuma dönüştürmek gelecek kuşaklar açısından önemli hale geliyor.
Adanın üzerindeki yapının mübadil Rumlara ait kilise yapısı olduğuna dair kulaktan dolma bilgi dışında ulaşabileceğim farklı kaynak bulmaya çalıştım, bulamadım.
Köyceğiz köyünden göle dökülen küçük çayın üzerinde Rumlara ait bir su değirmeni olduğunu sahibinin eşi ve kızının mübadele sırasında yakınlarıyla gölden İztuzu kumsalında bekleyen teknelerle önce Dalyan’a oradan Rodos’a gönderildiklerini duymuştum.
Hatta değirmencinin 16 yaşındaki kızına aşık olan dedelerimizden birinin gözyaşlarıyla kızın peşinden yalınayak göle kadar tepeleri aşarak koştuğunu anlatmışlardı. Vasilaki, yanlış hatırlamıyorsam değirmencinin ismiydi.
Şimdi, bana adayla ilgili yöneltilen soruya dönersek; ada Köyceğiz köyü adası olarak haritalarda gösteriliyor. Kadastroda 30 dönüm 500 ağaçlı zeytinlik olarak geçiyor.
Bildiğim kadarıyla köyün eski ağası Menteşelerden Hürrem Hanım’a ait tapulu bir yer. Üzerindeki yapılar da muhtemelen tescilli, harap halde doğanın tahribine rağmen ayakta kalmaya çalışıyor.
Göle ilişkin elle tutulur belge az olunca çocukluğumun tanıklığına başvurmaktan başka çare kalmıyor. Geçmiş yıllarda göle kıyı birkaç köy tekneyle ilçe merkezine ulaşım sağlıyordu. Karayolunun gelişmemiş olması su yolunun yerli halk için ne kadar hayati olduğunu göstermektedir.
Köyceğiz pazarına ürün satmak için sabahın erken saatlerinde kadınlı erkekli omuzlarda çuvallarla iskeleye geliniyordu. 1970’lerde pazar yeri, bugünkü İsmet İnönü heykelinin olduğu yerdeydi. Genelde kadınların satıcı olduğu pazarda sebze, meyve süt ürünleri oldukça uygun fiyata aracısız alıcıya ulaştırılırdı. Asıl işi pamukçuluk olan köylülerin paraya sıkıştıklarında ek gelir kapısıydı pazarcılık.
Satış erken biterse biraz ilerideki Barut’un fırınından sıcak ekmek alınarak Helvacı Faik’in mis gibi taze helvası ile yapılan sandviçle yorgunluk gideriliyordu.
En büyük zevkimiz helva ekmekten sonra Kel Ahmet’in dükkanından gazoz içip alışveriş yapmaktı. Sonra iskelede bağlı teknenin dolmasını beklemek ve akşam serinliğinde köye dönmek en güzel saatiydi günün.
O yıllarda bizim köyden tekneyle yolcu getirip götüren Tahir isimli biriydi. Aynı tekneyle yazları şehir merkezine sinemaya da gelinirdi. Pamukta çalışan köylüler akşamki filme yetişmek için alel acele hazırlanır, o yorgunluktan eser kalmamış şekilde bir de iskeleye kadar yürünürdü.
Tahir’in teknesinde en heyecanlı sahneler Yılmaz Güney filmine gidileceği zamanlardı. Teknede onun yiğitliği, kahramanlığı yaşanarak teatral bir şekilde anlatılır, Çürükçü dediğimiz rüzgârın etkisiyle çığlık çığlığa bata çıka Köyceğiz merkeze gelinirdi.
Üst baş ıslak, doğru filmin olduğu sinemalardan birine geçilirdi. Zaten iki sinema yardı kasabada ya Ferah sineması ya da Şafak sinemasında yaz gecesinde beyazperdenin büyüsünde zamanın nasıl geçtiği belli bile olmazdı.
Sonraki yıllarda babam Köyceğiz’in en eski denizcisi Arap Sabri’den borç harç bir tekne almıştı. Arap Sabri’nin yanında çalışan Dandili de kısa süreliğine bizim teknede çalışmaya başlamıştı. Hayatında hiç tekne kullanmamış, deniz görmemiş birine rehberlik ediyordu doğal olarak.
Dandili günün her saati başı dumanlı gezen şarabın gazabıyla yoldaş biriydi. İlk ondan öğrenmiştim olta iğnesini afili şekilde bağlamayı.
Bugün kentte balık avlayan kim varsa onun bilgilerinin asıl kaynağı Dandili’dir. Sazan oltası, sarma, parakete, yılan balığı oltası hazırlamayı öğreten odur kısacası kasabaya.
Babam 1971 yılında kurulan DALKO’ya üye olup gölde yılan balığı avlamaya başladığında annemin karşı çıkmasına rağmen beni de yanında götürmeye başlamıştı. Kirtil denilen yılan balığı ağlarını sudan çekerken doluluktan üç kişi zorlanırdı.
Balıklar büyük kirtillerde birkaç gün bekletilir, canlı canlı Dalyan’daki kooperatife götürülüp teslim edilirdi. Sazan balığına göre biraz daha yüksek fiyata satıldığından yılan balığının getirisi iyiydi. Yılan balıklarının İtalya’ya ilaç sanayinde kullanılmak üzere ihraç edildiği bu yüzden fiyatlı olduğu belirtilmekteydi.
O yıllarda DALKO üyelerine balık fişleri verir, balık ve balık yumurtası, kooperatif satış yerlerinden ücretsiz alınabilirdi. Balıkçılar bu kuponları eşe dosta hediye olarak dağıtırdı. (Şimdi o uygulama herhalde kalkmış durumda.)
Teknecilik yıllarında başka bir gelir kaynağımız da dışarıdan gelen hasırcıların kestiği sazları Köyceğiz’e taşımaktı. Tekneye silme yığılan saz balyaları rüzgârlı havalarda zor anlar yaşatırdı. Sazın üstünde günün yorgunluğunu atmak bir başka güzeldi.
Bazen saz yüklü bir şekilde madenci iskelesi denilen yerden çıkış yapılırdı. Madenci iskelesi dağlardan develerle çekilen krom madenin teknelere yüklenerek denize yani büyük gemilere ulaştırıldığı transfer merkezinin başlangıcıydı.
Yine o yıllarda “girme “ adı verilen Sultaniye kaplıcasına sağlık için gelenlerin yaz göçü başlardı. Yatak, yorgan, yiyecek içecek ne varsa tıka basa teknelere yüklenir, kalabalık bir grupla girmeye doğru yola çıkılırdı.
Bir zaman sonra her nedense kaplıcaya gelen köylü sayısı ve ilgisi birdenbire azalmıştı. Bu sefer onun yerini merkeze gelen turistleri özel ya da grup halinde Kaunos harabeleri ve İztuzu plajına götüren tekne turları aldı.
Kel girme denilen çamur banyosuna asıl ilgiyi başlatan yabancı turistler olmuştur. Baştan başa çamura bulanmış kadınlı erkekli gruplara şaşkınlıkla bakardık. Yabancılar gibi çamura bulanmayı şifalı bile olsa göze alamazdık.
Göl gerçekten bütün bereketini, olanaklarını adalarıyla sazlıklarıyla kıyılarındaki sakinlerine sunmakta cömertti. Buradaki en önemli adalardan biri Gedova’dır. Adanın tarihi Hristiyanlık inancıyla ilgili efsanelere bağlı buluntulara göre: “ Önce “Yehova” olan bu adanın ismi daha sonra Gedova olur. Bugün Gedova’ya verimsiz ova da denir. Gedova’da bulunan bir mezar taşında; “Yüz yirmi güneş yılı yaşayan Suciye, o kadar çok içerdi ki, içtiği zaman Azrail bile ondan korkardı. İçki içmediği bir gün Azrail onun canını aldı diye yazılıdır.”(1)
Gedova’ ya sahipsiz eşekler koyun keçi inek, camız gibi hayvanlar otlamaya bırakılıyor orada kışı geçirdikten sonra tekrar geri getiriliyordu. (Gedova camızı gibi bakmak, deyimi bu günlerden kalmadır sanırım)
Hiç kimsenin hayvanının ne kaybolduğu ne de çalındığı duyulmuştu. Başına doğal sebeplerle bir iş gelmemişse baharda koyduğun gibi bulur geri getirirdin hayvanını.
Köyceğiz gölünde kaçak balık avcılığı da yaygın şekilde yapılmıştır. Göl üstündeki korucularla zaman zaman çatışmalar yaşanmış; bu çatışmalarda yaralanmalar can kayıpları olmuştur.
Avlanmanın yasak olduğu yaz mevsiminde kaçak kefal avcılığı bölgedeki turistik tesislerin talebinden kaynaklanmaktaydı. Kazançlı bir iş olmasına rağmen işler her zaman rast gitmiyordu tabii, borç harç alınan ağlar bir gecede koruculara kaptırılıyor, borç batağı daha da derinleşiyordu.
Bu konumdaki kişilerin son çaresi kaçak odun satmak girişimiydi. Köyceğiz köyü sınırları içinde göle kıyı Çolaklar ormanı vardı. İçine girenlerin yol bilmedikleri takdirde kaybolacakları ışıksız dipsiz bir sığla ormanıydı burası.
Sarmaşıklar, kuşlar, sincaplarla büyük bir eko sistemin parçasıydı orman. İşte burası zor durumdaki teknecilerin son umuduydu. Kesilen kışlık odunlar önceden anlaşılan hızarcılara satılmak üzere kordonun güvenli bir bölgesinde indirilerek araçlara yüklenirdi.
Ormancılar bu sevkiyatı bildiklerinden teyakkuzda olur, yakaladıkları teknelere el koyarlardı Bu da artık yolun sonu demekti, hem hapis cezası hem teknenin satışı gündeme gelirdi. Sonrası borç harç alınan tekne sahipliğinden ameleliğe hızlı bir geçişti.
Kıyıdan ve gölden avlanma konusunda herhangi bir kısıtlama yoktu. Kuş sürülerini zenginliği avcıların iştahını kabartıyordu. Sakar meke, ördek, orakçı, yaban kazı en çok avlanan su kuşlarıydı.
Sürat tekneleriyle kuş sürülerine dalarak avcılık dışı katliam yapanları da görmüştük. Genelde Dalyan tarafından gelen avcılardı bu katliamı yapan kişiler.
Yazıyı sonlarken göldeki 1 Temmuz’da kabotaj bayramı etkinliklerinden bahsetmeden geçemeyeceğim.
Her 1 Temmuz’da iskelede birkaç gün önceden yağlı direk ucu, iskelenin iç kısmına gelecek şekilde greslenerek hazırlanırdı.
O gün; ördek yakalama, uzun, kısa mesafe yüzme yarışmaları, tekne yarışları, yağlı direğe çıkma gibi etkinlikler bütün kasabanın yoğun ilgisi altında gerçekleşirdi.
Görüldüğü gibi göl halkın yaşamında, ruhunda önemli unutulmaz izler bırakmıştır. Bu izlerin geleceğe uluşması için gölün halkın yaşamına tekrar bütün canlılığıyla katılması gerekir. Bu yüzden tanıklıkların, çoğaltılması sözel tarihin belleğe alınması önemlidir.
Eskiden olduğu gibi halkın kordon boyundan yüzebileceği alanların yaratılması bu alanların planlanması, düzenlenmesi yerel yönetimin üstlenmesi gereken bir görev olmasına rağmen şu ana kadar böyle bir girişim olmamıştır.
Eğer eski zamanların uğuldayan seslerini duymak isterseniz hom çıkmadan bir tekneyle göle doğru açılarak sakar mekelerin, karabatakların, yalıçapkının gezdiği sazlıklarda kuş seslerine sessizce karışın.
Maden iskelesinden kalkan tekneleri selamlayın, bir mübadilin dinmeyen gözyaşlarını develerin çan seslerini de yanına iliştirmeyi unutmayın.
____________
Fotoğraf: Yolu KÖYCEĞİZ NHLden geçenler Facebook sayfası
Kaynakça: (1) http://www.sehiralem.com/