Neoliberal kapitalist sistemin yaygınlaştırdığı popüler kültür, dünyayı sıradanlık çizgisinde birleştirdi. Kaba burjuva kültürün getirdiği bir şey daha oldu: Yalancılık kurumsallaştı.
Küçüklüğümden anımsarım; her köyün bir hırsızı, yalancısı, palavracısı, küfürbazı, delisi ve bilgesi olurdu. Mesela “yalancı”sı sahiden yalancıydı; hırsız, -bir veciz sözde de zikredildiği gibi- yiğitliğinden bahsederken yaptığı hırsızlıklardan söz eder ve malını çaldığı kişinin sofrasına çaldıklarını getirip, “çekinme, malın gibi ye” diyebilirdi. Köylerde palavracı olarak nam salanların, kent ortamında yetişip, eğitimden de geçmeleri durumunda büyük romancılar olma olasılıklarının yüksek olduğunu hep düşünmüşümdür. Şansızlıkları, yeteneklerini besleyip büyütecek bir kültür ikliminden uzak olmaları… Palavracıların anlatılarının palavra olduğu bilinir, bundan dolayı küçümsenmedikleri gibi, anlatı sanatlarından birini layıkıyla yaptıkları için ayrı bir değer verilirdi.
Delileri vardı bir de hemen her köyün… olmazsa olmazlarından… Görece kapalı köy ortamında statü olarak aşağı kabul edilmeyen, vasfı nedeniyle yanlarında birçok sır açık seçik paylaşılan; bundan dolayı köyde hemen herkesin sırrına ortak olan deliler… Kimi zaman bu sırları cemaatin ortasında dillendirseler de, “delidir, ne yapsa yeridir” sözü mucibinde kimse aldırmazdı söylediklerine. Yarın benzeri bir şeyin, delinin sözünü ciddiye alanın da başına gelme olasılığı yüksekti çünkü. Deliler hiç aç kalmazdı; elbisesi yırtıldıysa diken, kirlendiyse yıkayan, acıktıysa bir kap yemek veren birisi mutlaka olurdu. “Düşkünleri”, açları, yoksulları ve yolcuları evinde ağırlamayı ve doyurmayı tanrısal bir görev sayan annem “Allah’ın ermiş kulları” derdi deliler için.
Modern kapitalist sistemin toplumsal yaşamda meydana getirdiği köklü değişimler, kapalı köy ekonomilerinin kabuklarının kırılmasına, kırsal nüfusun büyük bir bölümünün topraklarını bırakıp veya tamamen kopup kentlere akmasına yol açmış, palavracılarıyla, yalancılarıyla, hırsızlarıyla ve delileriyle bu kültürel varoluş tarzı kentlerin varoşlarında eriyip gitmişti. Deliler bir süre daha kentlerin kıyı bölgelerinde, gecekondu mahallelerinde “ayrıcalıklarını” korudular. Gecekondularda komşudan komşuya destek olmak için verilen yumurta ve yoğurt parayla satılmaya başlanınca delilere de kimse sahip çıkmaz oldu. “Allah’ın ermiş kulu” makamının ayrıcalıklarından mahrum oldular. Hızlı kent yaşamında kimsenin durup bakmadığı, bakıp da görmediği bu ermiş kullar, görünmez hale geldiler. Esasında büyük bir bölümünde nevrotik rahatsızlık bulunan kentli toplum üyelerinin bir kısmı tarafından “rahatsız edici” olarak görüldüklerinden, deliler, kendileri için hazırlanmış özel hapishanelerde tecrit edildiler. Hayatın sınırlı bir zaman diliminde yaşanıp biten bir süreç olduğunu da görmek istemeyen kent insanı, mezarlıkları da görünür olmaktan çıkarmak için kendisinden çok uzaklara taşıdı.
İnsanlığın on – on beş bin yıl önce yaptığı sözleşmeye, (aralarındaki “karşılıklı yarara dayanan” ilişki biçimine günümüzün kent yaşamında yer olmamasına koşut olarak) ihanet ederek kapı dışarı ettiği ve yaşamından çıkarmaya çalıştığı sahipsiz köpek ve kedileri veya makineleşmeyle işsiz kalan ve kaderlerine terkedilen eşekleri de… Yine de kentlerde kedi ve köpeklerin “sever”leri var; deli severlerin olmadığını (veya varsa bile kendilerini belli etmediklerini ya da edemediklerini) düşündüğümüzde, kentlerde, delilerin, statü olarak kedi ve köpeklerden bile aşağıda olduklarını söylemek yanlış olmaz sanırım. Eşekler, tarihin ağır işçileri, büyük ölçüde emekli olsalar da hala en alt sırada yerleri.
Neoliberal kapitalist sistemin yaygınlaştırdığı popüler kültür, dünyayı sıradanlık çizgisinde birleştirdi. Kaba burjuva kültürün getirdiği bir şey daha oldu: Yalancılık kurumsallaştı. Bizim köyün yalancıları, artık sistemli ve örgütlü bir hale gelen devasa yalan ve propaganda aygıtları karşısında öyle çaresiz, öyle zavallı duruma düştüler ki, varlıklarını sürdüremediler “tescilli yalancı”lar olarak. Hala köy kahvelerinde üç-beş sahici yalancı vardır belki…
Bu yalan ve propaganda makinesi öyle etkili ki, milyonlarca insan, herkesin gözünün önünde cereyan etmiş, apaçık ortada olan yalanlara gözü kapalı inanıyor. 2. Dünya Savaşı’nın önemli aktörlerinden olan, Nazi Propaganda Bakanı Dr. Paul Joseph Goebbels’in bile yaşasaydı şapka çıkaracağı kurumsal yalan makineleri karşısında, bu makinenin kara propagandasının hedefi olan bireyler ne yapabilir? “Ak”ı kara, “kara’yı ak gösterme ve geniş kitleleri buna razı etme olanaklarına sahip bu makineye karşı güçlerin birleşmesinden başka bir yol olabilir mi? Kara propagandaya maruz kalan bireyin, örgütlü şiddet kullanma tekelini de elinde bulunduran bir aygıta karşı adli kurumlara başvurarak anayasal haklarını korumasını talep etmesi en doğal hakkıdır, sanırım. Peki, bu yol tıkanırsa geriye ne kalır? Sakın! Haksızlık, adaletsizlik karşısında çaresizlikten balataları sıyırayım demeyin! Potansiyeliniz varsa bile gidin kentten uzakta, insanların birbirini yüz yüze tanıdığı, kalabalığın olmadığı yerlerde delirin. İnsanların koşuşturmaktan birbirlerinin farkına varmadığı, delirmenin hiçbir cazibesinin kalmadığı yerlerden, kentlerden uzak durun. Eğer delirmeyecekseniz, en güvenlisi, insanlığın görece iyi taraflarıyla yan yana olmak…
Son yıllarda, yeni bir kitlesel dünya savaşı tehlikesi kapı eşiğinde bekliyor bizi. Yeniden faşizmin yükseliş çağındayız. Faşizm, popüler söylemleriyle, sistemli kara propagandalarıyla, “gece ve sis” gibi edebi, gizemli bir adı olmasına rağmen, sistem karşıtlarının veya devlet ve toplum için tehlikeli(?) görülen toplumsal gruplardan bireylerin, bir gece yarısı gözaltına alınıp akıbetinden bir daha haber alınamamasının yarattığı dehşet ve korku duygusu üzerine inşa edilmiş, insan uygarlığının lağım çukurudur. “Uygar” ülkeler, toplumcu söylemlerle, bireyin varlığını devlete bağlayan, tikelin varlığını tümelin ayakları altında ezen; mutlak itaati telkin eden faşist düşünceyi, emperyalist kapitalist sistemin krizden çıkış kapılarından biri olarak her zaman ellerinin altında bir seçenek olarak hazır bulundururlar.
Hırsızların kahraman, yalancıların ulusun resmi tarih yazarları olarak karşımıza çıktığı ve her şeyden önemlisi de farklı iletişim araçlarıyla, eşgüdümlü bir şekilde sürekli tekrarlanan yalanların gerçekliğine inanmış bir insan topluluğunun desteğini de arkasına alan faşist yönetimlerin; muhalifleri, mültecileri, çingeneleri, homoseksüelleri, transları ve delileri; “ahlaki çürümenin ve toplumsal değerlerde yozlaşmanın” ve ekonominin kötüleşmesinin nedeni olarak gösterip (toplumun belleğine iyice kazınmış bir dış düşman tehdidini de (?) bu iddiaların yanına koyarak) toplumsal yaşamın dışına itip tecrit etme ya da vahşice imha uygulamalarını yakın tarihte gördük. Tarihin tekerrür etmemesi için bütün anti-faşistlerin yan yana, omuz omuza durması; en rafine delilerin bile sevenlerinin olduğu bir dünyada kardeşçe ve geleceğimizden kaygı ve korku duymadan yaşamak umuduyla…