Küresel kapitalizmin kültür alanında getirdiği en ciddi sarsıntı, küresel bir köye çevirdiği dünyada monotip bir dünya kültürü inşası ve bunu dijital teknolojinin sunduğu olanaklarla bütün dünyaya yayma konusundaki becerisidir. İnternet teknolojisinin kültürü dijital havuzun içine çekerek sanallaştırdığı (…) kahırlı bir dönemi yaşıyoruz. Postmodernizm hem felsefede hem edebiyatta bu kültürel inşanın yapıtaşı oluyor.
Edebiyat toplumların kolektif ruhu oluşturmasında en etkili yaratılardan biri… Tarihler boyu gündelik üretim süreçlerindeki işlevselliği yanı sıra estetik bakımdan da hem toplumsal ruhu hem de bireysel varoluşu besleyen bir kaynak olduğu sır değil edebiyatın. Bu yüzden egemen sınıflar bütün sanatları olduğu gibi edebiyatı da toplumsal bilinci ve psikolojiyi şekillendiren bir araç olarak tekellerinde tutmak istemişlerdir.
Edebiyatın siyaset tarafından bu araçsallaştırılması yaratının özgürlük ontolojisine kast eden bir siyasa olarak var olageldi uzun zamandan beri. Öte yandan edebiyatın bütün sanatlar gibi insanın dertlerine, itirazlarına, beklentilerine bigâne kalamayacağı aşikâr. Egemen sınıfların edebiyata biçtiği misyonla onun ontolojisi arasındaki bu asimetri, ilk bakışta paradoksal bir durum gibi gözükse de sınıfsal yorum farkına işaret ediyor aslında. Siyasetsiz edebiyat, edebiyatsız siyaset olamayacağına göre edebiyatın hangi sınıfların elinde neye dönüştüğüne bakmak lazım yani. Her sanatsal yaratı güzele meyleder. Edebiyat için de geçerli bu. Açlığın, sömürünün, savaşların müsebbibi sistemle sanatın elbette bir derdi var bu bakımdan. Sanat yaratı insanın acısını, dramını estetik dille yeniden kurarken özdek veya form halinde iyiyi işaret ederek bir katarsis etkisi yaratıyor. Sanat ve edebiyatın bu ontolojisi, ister istemez onu solun evrensel değerleri ile kardeş kılıyor.
Türkiye’de modernizmin geliştiği 1950’lerden itibaren edebiyat sahasında kendine şu veya bu meşrepte solcu diyen yazar ve şairlerin ağırlığını görüyoruz. Kapitalizmin yarattığı sınıfsal çelişkiler ve bu çelişkilerin içinde vücut bulan insan trajedisinin sanatların başlıca konusu haline gelmesiyle birlikte feodalizmde kalın duvarlarla ayrılan saray edebiyatı ve halk edebiyatı arasındaki düalizm; modern sanatların kendi kalıpları içinde soyutlaşmaya, ortak bir dilsel forma kavuşmaya, iktidardan sokağa yaklaşarak muhalif bir kimliğe bürünmeye başladı. Verdikleri ürünlerde en bireysel ve apolitik görünen temalar üzerinden yürüyen şair ve yazarlar bile masa başında solcu olduklarını söylemekten geri durmadılar. Geçerken belirtelim ki sol menşeli şair ve yazarlar dışında İslami kültürden beslenen yazarlar kendine yeni bir edebi inşa alanı kurmaya çalışsa da bu damar hiçbir zaman edebiyatın ana damarı olmadı modernizm çağında.
Elbette sanatın muhalif kimliğe bürünmesinde kapitalizmin artan çelişkileriyle birlikte kimi zaman yükselen, kimi zaman düşen ama her zaman problematik olarak ortada duran toplumsal mücadeleler var. Bunu genel bir tespit olarak yapmak belki bir gerçeğe işaret ediyor ama kanımca sorun tam da burada başlıyor. İki temel sorunla karşılaşıyoruz; bunlardan birincisi muhalif edebiyat ama muhalefetin kıstasları ne? Somutta nasıl bir karşılık buldu bu? İkincisi ise hiçbir zaman sanatın gücünden vazgeçmeyen kapitalizm, devasa ekonomik imkânları ve kitle iletişim gücünü kullanarak edebiyat alanına nasıl müdahale ediyor? Geçmişten bugüne edebiyat ortamını yaşadığı gelişim çizgisini değerlendirdiğimizde karışık bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu, dahası sınıf savaşı denilen mefhumun örtük ve açık biçimlerde, estetikle kamufle edilerek sürdüğünü görürüz.
Toplumcu-sosyalist edebiyatın hangi çizgide yol aldığını belirleyen şey, temelde toplumsal mücadelenin günceldeki durumu aslında.
Şiirden gidersek, 1960’larda sonra ivme kazanıp 70’lerde militan bir çizgiye oturan ve şiirin ana kulvarı haline gelen sosyalist şiirin 12 Eylül darbesi ile kesintiye uğraması tam da edebiyat ve toplumsal mücadele süreçleri arasındaki bağıntıyı ortaya koyuyor.
1970’li yıllarla birlikte toplumsal mücadelenin militanlaşması şiiri de militanlaşma sürecine soktu. Mücadele, direniş, sosyalizm, inanç, halkçılık gibi temalar kimi zaman işin estetiğini savsaklama, ajitasyona fazla prim verme pahasına şiirin ana izleklerini oluşturdu. Öyle ki bu dönemde toplumsal mücadeleyle arasına mesafe koyan, bireysel şiirle kendi kulvarında yol alan şairlerin şiirine de sindi devrimci izlekler. Ne zaman ki 12 Eylül cuntasıyla toplumsal mücadele yenildi, şiirin yatağı da değişmeye başladı. 12 Eylül darbesi toplumsal hayatın bütün alanlarında olduğu gibi edebiyat ve şiirde de büyük kırılmalar yarattı. Toplumcu duyarlıklar alabildiğine geri çekildi. Sınıfsal perspektif neredeyse şiirden kovuldu. Çok fazla şiir yazıldı ancak çok az isim şiir dünyasında iz bırakabildi. Darbe koşullarının yenilgili ruh hali içinde, edebiyat da içe döndü. Bireysel, bunalımlı, kendi ile kavgalı bir şiir anlayışı egemen olmaya başladı. Bu dönemin şairleri darbenin yanında yer almasalar da yenilginin yarattığı bohemizm içinde boğulmaktan kurtulamadılar.
1980 sonrasında toplumcu şiirden bir kaçış hatta giderek toplumcu şiir ile bireysel şiir arasında bir karşıtlık ilişkisinin doğduğunu görüyoruz. Bireysel kulvarda şiir yazan şair toplumcu şiiri şiirden saymayıp salt bir politika nesnesi gibi bakarken, toplumcu şiir kulvarındaki şairler bireysel şiir ile bireycilik arasındaki ayrımı ortan kaldırıp bireysel şiir yazan şairleri düzen şairleri olarak nitelemeye kadar götürdüler işi.
Bu dönemde güçlü bir eleştirmenliğin olmaması eleştirmenlik sahasının boş bırakılması da şiirin vurgun yemesinin en önemli etkenlerinden biri oldu. Edebiyat eleştirisi hem çok sınırlı yapıldı hem de yine şair ve yazarlar tarafından icra edilir oldu. Eleştiri bir edebiyat türü olarak neredeyse ortadan kayboldu.
1980’lerde sürekli baskı ve işkence koşullarında cezaevi şiiri bir direniş şiiri olarak gelişti. Cezaevlerindeki sol tutukluların sürekli işkence altında tutulması, aylarca hatta yıllarca hücrelerde yaşaması, sürekli işkence, tek tip elbise direnişleri, açlık grevleri neticesinde direniş ve gelecek güzel günlere kararlılığı bileyen şiirler yazıldı. Kitapların yasak olduğu bu ağır baskı koşullarında cezaevinde yazılan şiirin ister istemez entelektüel muhtevası eksik kaldı. O dönem cezaevinde yaşayan insanlar sistemli bir felsefe okuması yapamadılar örneğin. Şiirlerini bilgi birikimi besleyemediler. Ama yine de devrimci duygularını, genellikle kendi bireysel yaşanmışlıklarından yola çıkarak yazdıkları şiirlerde ifade ettiler.
Yani her devir kendi sanatını kendi edebiyatını yaratıyor aslında. 1980’lerden sonra Özalist ekonomi politikalar, Türkiye’de hızlı ve çarpık bir kapitalistleşmenin yaşanmasına yol açmıştı. Keynesyen devlet kapitalizminden liberal özelleştirmeye doğru hızlı bir yol alındı. Üretim temeli zayıf, sanayisi dışa bağımlı bir ülkede haliyle bu gelişim, lümpen bir çizgide seyretti. Aynı dönemde edebiyat ve sanat sistem tarafından kuşatıldı, yayıncılık alanına giren büyük sermaye, tam da sistemin arzu ettiği ticarileşme ve kapitalist kültür inşasına yöneldi. Ticari yayıncılığın, kültür yayıncılığı karşısındaki birinci zaferiydi bu.
Kültür yayıncılığındaki ikinci kırılma noktası, reel sosyalizmin çözülüp dünya sisteminin tek kutuplu kapitalizme geçişiydi. 1950’lerdeki III. sanayii devrimiyle birlikte gelişmeye başlayan küresel kapitalizm, çok uluslu şirketler eliyle dünyanın yeni patronajı oldu. Reel sosyalizmin çözülmesi, sosyalizm adına büyük bir ideolojik demoralizasyon ve yenilgi anlamını taşıyordu. Geçerken bu yenilginin geçici bir yenilgi olduğunu, sosyalizmin tek ve geçerli biçiminin 20. yüzyıl sosyalizmi olamayacağını belirtemem gerekir. 20. yüzyıl sosyalizmi dünyada bu kadar geniş coğrafyalara yayılmış ve bu kadar uzun süre yaşamış ilk deneyimdir. Daha öncesinde sadece geçici köylü komünleri, Paris Komünü’nden söz edebiliyoruz ki Paris Komünü sınırlı lokasyonda, ömrü iki ay süren bir komün deneyimidir. İlk deneyimin yenilgisi, sosyalizmin bittiği anlamına gelmez. Bilakis, bugünkü küresel dünya bataklığında özgürlükçü bir sosyalizme olan ihtiyaç her geçen artırıyor kanımca.
Küresel kapitalizm teknoloji yoğunluklu bir yaşamla geldi. 1940’lı yıllarda beri gelişmeye başlayan bilgisayar teknolojisi, örgün kullanımdan yaygın kitle kullanımına geçerek dünya insanlığının yaşamında dijital devrim yarattı. Kapitalizmde yeni bir aşama olarak tanımlanması gerektiğini düşündüğüm küresel kapitalizm, teknolojinin sunduğu yeni konfor alanlarıyla birlikte, sınıfsal ve toplumsal çelişkileri geçmişte hiç olmadığı kadar keskinleştirip küreselleştirirken beraberinde gezegenin varlığını tehdit edecek denli riskli ekolojik sorunları da güncelledi. Bugünün dijital dünyasında insanlık bir yandan teknolojinin getirdiği konformizm bir yandan robotik teknolojinin yarattığı gelecek endişesi öte yandan ise türel olarak varlığını tehdit eden sorunlarla cebelleşiyor. Tabii kapitalizmin doğasına içkin sınıf çelişkileri de orta yerde duruyor. Küresel kapitalizmin dışa vurduğu yeni sorun alanları ve değişen insan hayatı, toplumcu, sosyalist edebiyata devasa alanlar sunuyor. Ancak kapitalizm karşısında yenik düşen reel sosyalizmin yarattığı sarsıntıları henüz aşamayan sol, bu birikimi felsefi ve entelektüel anlamda bir siyasete dönüştürememiş olmanın sıkıntılarını yaşıyor.
Küresel kapitalizmin kültür alanında getirdiği en ciddi sarsıntı, küresel bir köye çevirdiği dünyada monotip bir dünya kültürü inşası ve bunu dijital teknolojinin sunduğu olanaklarla bütün dünyaya yayma konusundaki becerisidir. İnternet teknolojisinin kültürü dijital havuzun içine çekerek sanallaştırdığı, zaferini ilan eden şımarık küresel kapitalizmin kendi ikonlarını yarattığı, dahası dünün devrimci mücadele değerlerini metalaştırarak piyasaya sunduğu kahırlı bir dönemi yaşıyoruz. Postmodernizm hem felsefede hem edebiyatta bu kültürel inşanın yapıtaşı oluyor. Bir yandan kitsch bir hedonizm makbul yaşam tarzı olarak parlatılırken öte yandan küresel dünyanın zavallılaştırdığı milyarlarca insan, endişeli gelecek kaygısı içinde nihilizm batağına yuvarlanıyor. Marshall Bermann’ın “katı olan her şey buharlaşıyor” diye tarif ettiği kapitalizmin dip noktasını belki bugünlerde yaşıyoruz. Küresel güçler insanların algı ve haz dünyalarını, neyin yenip neyin giyileceğine kadar her şeyi programlayarak tek tip bir dünya kültürü yaratıyor. Bu kültür hiç şüphesiz küresel emperyalist güçleri hiyerarşinin tepe noktasına yerleştirip, üçüncü dünya ülkelerinin mutlak bağımlılığını koşullayan bir kültür. Dijital medyanın bütün olanakları bu küresel kitle kültürünün hizmetine sunulmuş vaziyette. Think Tank kuruluşları bunun için çalışıyor, ikonografik “sanatçılar” küresel dünyanın sterotip kahramanları olarak bunun için piyasaya sürülüyor. Eğlence ve spor sektörü hep aynı hazcı bağımlılığın hizmetinde, deşarj ayinleri karnavalı olarak büyük mali kaynakların akıtıldığı sektörler oluyor.
Küresel emperyalizm banka ve tekelci sermaye yayıncılığıyla emperyalist kitle kültürünü yeniden yeniden üretiyor. Neyin yazın dünyasında parlatılıp neyin aforoz edileceği emperyalist kültür yapıcıları tarafından belirleniyor artık. Bu konuda uzun uzun pazar araştırmaları, etüt çalışmaları yapılıyor. Reklam stratejileri oluşturuluyor. Özgüvenleri o kadar yüksek ki dünün devrimci sosyalist yazarlarının şairlerinin kitapları bile -elbette gerekli sansürlerle- pazarın ticari metası haline getirilerek dolaşıma sunuluyor. Şiir roman, öykü, deneme, eleştiri vs. bütün edebiyat dünyası piyasanın kuşatması altına giriyor. Var olmak için sürekli dolaşımda kalmak, reyting yükseltecek ödüllerin peşinden koşmak, piyasa baronlarına temennaya durmak gibi türlü çeşit dayatmaları bu sistemin. Tekelci yayınevlerinin yazara sunduğu olanaklar, muhalif kimliği ile tanınan pek çok yazarı kendi karadeliğine çekiyor. Bu noktada yazarı suçlamanın da bir anlamı yok. Zira yazar okunmak, geniş kitlelere ulaşmak, ürünlerinin telifini almak istiyor haliyle. Fakat alternatif kanalların olmaması, bir süre sonra yazarı tekelci yayıncılığın bir parçasına dönüştürerek çarkın bir dişlisi haline gelmesine yol açıyor. Eleğin üstünde kalmanın başka yolu yok çünkü.
Bu rüzgâra karşı koymak bugünün dünyasında sağlam bir muhalif duruş gerektiriyor. Bu tek tek yazarların ya da şairlerin altından kalkacağı bir iş değil. Bunun için güçlü bir toplumsal mücadelenin rüzgârına ihtiyaç var. Bugün o rüzgârdan mahrumuz. Ancak yapılacak hiç mi bir şey yok? Godot’u bekler gibi emperyalizm dışı bir kültür ortamının oluşması için yeni bir toplumsal dalga mı beklemek lazım? Değil elbette. Muhalefet kendisini ancak bulunduğu zemindeki çelişkilerle mücadele içinde var ederek büyür ve kitlesel bir dalga halini alır. Bu noktada muhalif her yazarın yapacağı şeyler var. Birincisi meselenin ideolojik bir tavır ve duruş olduğunu kavramak… İkincisi bulunduğun zeminde bağımsız kültür adacıklarını örgütleyerek kolektifize etmek. Yayıncılık alanında bunun somut karşılığı bence kooperatif tipi bağımsız örgütlenmeler. Daha önce Yazko edebiyat, Piya, Om gibi başarılı denemeleri var bunun. Ne var ki, bugün neredeyse herkesin sözde muhalif olduğu bu küresel emperyalizm karşısında tuhaf bir polarizasyon ve edilgenliğe teslim olunmuş vaziyette. Masada mangalda kül bırakmayan pek çok şair ve yazar, suya sabuna dokunmadan genel bir muhalif söylemle zevahiri kurtarmaya bakarken, aslında halis munis bir piyasa insanı gibi davranıyor. Küresel kapitalizm eleştirisi çoğu kez, resmi ideolojik söylem karşısındaki ilkesiz duruşu kamufle etmenin yöntemi haline geliyor. Bedeli olan hiçbir işe kalkışmadan kendi konfor alanlarında isim sivriltme derdinde olan bu zamane muhalefetinin edebiyat adına da üreteceği çok bir şey yok aslında. Çoğu geçmişin sermayesini tüketiyor. Duruşu yok çünkü. Kendi konfor alanında canını yakan pek bir şey bulamıyor. Vicdanını sızlatacak her şeye gözlerini kapatarak üç maymunları oynuyor. Pespaye bir oportinizmle, ortalamada kalarak güvenli sularda gemisini yüzdürmek her türlü memleket derdinin üstünde onlar için.
Öte yandan tutarlı bir toplumcu çizgide yürümek isteyen şair ve yazarlarda ise ciddi bir tembellik ve yetersizlik göze çarpıyor. Reaksiyoner bir eleştirelliğin her şeyi kurtaracağını sanıyorlar. Ajitasyonu aşamayan eskimiş bir politik söylem, donanımsız bir alt yapı, anakronik bir ideolojik kavrayış, vasata teslim olmuş bir estetik düzey, sürekli şikâyet eden bir dil… Oysa edebiyatçı kimliği öncelikle yaratımla kendini var edip yolunu açan bir süreç.
Bugünün küresel dünyası aslında edebiyata zengin bir malzeme sunuyor. Hızın hızını yaşadığımız şu çağda insanın boğuntusu ve sıkışmışlığı, varoluş sorunsalı, bitmeyen savaşlar, açlık, yoksulluk, neo barbarlık yepyeni bir muhalif edebiyatın yaslanacağı zengin dinamikler. Ancak bunun için öncelikle günün ötesine geçebilen bir ideolojik, felsefi analiz, bunun edebi estetik izdüşümlerini araştırmak ve belki en önemlisi de kolektif çatılarda buluşarak verili kültür kanonlarının karşısına alternatif bir yaratım süreciyle çıkacak mekanizmaları oluşturmak gerekiyor. Olmaya bu… Olması gereken bu…