Postmodern tutum emperyalist sürecin yeni biçimlerde, malileşme, küreselleşme dönemeçlerinde, bunalımını sürekli kıldığı; henüz kendisine karşı toplumsal dinamiklerin kolektif dönüştürücü güçte gelişmediği bir dünyada, her alanda gerçekçiliğe karşı hala hortlaktan hortlamış bir ceset görkemi olarak “hâkimiyetini” koruyor.
Birinci bölümde, Georg Lukacs’ın Marksist tümcül bilimle bakışımlı estetik kuramında temel ilkenin, özün belirleyiciliği olduğunu belirtmiştik. Özdeki gerçeklikten vücuda gelen kurucu ilkenin mülkiyet toplumuyla birlikte, büyüye dayanan doğrudan yansıtmadan ayrışıp sınıfsal çatışkılara dayandığı, nesne ile özne arasındaki dolayımsız ilişkinin son bularak etik ve politik bir sorumluluk kazandığı ve burada toplumun çoğunluğunu kapsayan bir tarafgirlik meselesinin doğduğunu yine estetiğin ilkeleri olarak ele almıştık.
Modernizmin karşı estetik yapılanması
Modern burjuva edebiyatından modernizme geçişte, burjuvazinin yarattığı hayal kırıklığının; savaş, baskı ve şiddet ortamının bir sonucu olarak trajik ve dramsal çatışkıyı belli etik ve evrensel temsillerle dile getirmeyi samimi bulmayan yazar hümanizmden koparak yeni bir özerklik arayışına girdi. Sözcüklerin dolaşımda olan dilbilimsel anlamları, özdeşlikler temelinde nesnel bütünlük içerimleri artık sorunlu bulunuyor; bu tür bir içeriğin yasanın, ideolojinin, ahlakın belirleyiciliğinde olduğu savıyla anlam yapıları parçalanıyordu. Akıl; kuramcı, tasarımlayıcı yapısı ile insanın varoluşsal arzularından kopuk, sürekli iktidarın hizmetinde; topluma düşman; yönsenmiş bir olguydu; bundan böyle akla değil sezginin, duyusalın anlam kipine kulak verilecekti. Bu, kapitalist (özel mülkiyetli) toplumda aklı ve bedeni ikiye ayrılmış ve özduyusal bilgisi yabancılaşmış olan insanın yeniden keşfiydi, bir farkla; duyusal olarak arzunun ve alımlananın; yani ihtiyacın ve nesnenin (emeğin) tamamıyla özel mülkiyetin eline geçmiş olduğu gerçeğini ortadan kaldırarak. İnsan arzusunu ve öz bilincini yeniden keşfeden Modernist; bunun insanın kendisi için gerçekleşmesinin; üretim biçiminin yapısından kaynaklı özel mülkiyet ve yabancılaşma toplumunda imkânsızlığını bilmezden geliyor ve yapıtını, soyut varlıklar üzerine inşa ediyordu. Özetle dış dünyanın acımasızlığından, sosyalizm dâhil tüm kuramları inkâr ederek kaçan yazar, bazen esrikleşerek bazen üç maymunu oynayarak bazen de nihilist bunalımını görkemleştirerek iç dünyasında kendini ilkelin büyü çağına ya da cennetin saflığına yeniden ışınlıyordu. Sonuçta dış dünyaya yönelik tümüyle ya edilgenliğin ya nedensizliğin hâkim olduğu bir gizemlilik; anlamsal parçalanma yeni estetik olarak ortaya konuyordu.
Lukacs Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı kitabında, 19. yüzyılın sonunda henüz ortaya çıkan Modernist eğilimle, burjuva hümanist eğilimi karşılaştırır ve eleştirel toplumcu gerçekçiliğin de diyalektik tümcül biliminin ışığında temellerini koyar.
“Modernist burjuva (yenilikçi) eleştirmenlerin, kendi benimsedikleri burjuva ölçütlere, üslup ve tekniklere aşırı derecede önem veren yaklaşımları kaçınmamız gereken şeydir. Bu yaklaşım “yeni” edebiyatla geleneksel “edebiyat” (yani geçen yüzyılın üsluplarına bağlı kalan yazarlar) arasında kesin bir ayrım yapmaktadır. Gerçekte ise, asıl biçimsel sorunları saptamayı başaramamakta, bunların ayrılmaz bir parçası olan diyalektiği görmezden gelmektedir. Burada üslup ayrılıklarının önemini abartarak karşıt üslupları belirleyen ve gerçekte bu üslupların temelinde yatan karşıt ilkeleri gizleyen düzmece bir kutuplaşma ile karlı karşıyayız”. ( Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı, s.21, Payel, 5. basım)
Kitabın orijinal basımından bu yana altmış bir yıl geçmiş olmasına rağmen sanat ve edebiyat ortamının modernistlerinin, bugünkü postmodern eğilimlere evrilmesi, küresel kapitalizm ve savaş gerçeğinin görece insanlığın ortak geleceği üzerindeki zaferi açısından şaşırtıcı görünmüyor.
Burjuva devrimlerinin ertesinde, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da hızla gelişen işçi sınıfını mücadelelerinin ayaklanma ve sokak barikatlarında aldığı ağır yenilgiler, gelişmekte olan kapitalizmin yarattığı baş döndürücü yeni kültür endüstrisi sanatçının içine doğduğu ortamda, modernizmin nesnel koşullarını yaratmıştır.
Burjuva toplumunun bir dönem sarıldığı değerlerin alt üst olduğu ve gerçekte insanın yıkımına yol açan ikiyüzlü kurumlar ve savaşlar çağında her türlü hakikatin kuşku götürür olduğuna olan inancı tamdır Modernist sanatçı ve eleştirmenin. Bu yüzden yukarıda belirttiğim üzere her türlü hakikati reddederek, her türlü kuramı politik, kirli amaçlar için tasarlanmış yalanlar sayarak kendi iç dünyasına yönelecek ve öznel deneyimlerinden, gözlemlerinden mutlak doğrular yaratacak ya da insanı toplumdan soyutlayarak her türlü varoluşun, nesnenin kendi başına biricikliğini savunarak saf, imkânsız bilgiye erişmeye çalışacaktır.
Felsefi açıklamasını Martin Heidegger’de bulan bu tür bir insan, kendi yalnızlığı ve yazgısı içinde “varlığa atılmış insan”dır.
Lukacs’a göre böyle tasarlanan bir insan tarih dışı bir varlıktır ve Modernist edebiyatta iki şekilde kendini gösterir: Birincisinde kahraman kendi yaşantısının sınırları içerisine hapsedilmiştir. Ne onun için, ne de görüldüğü kadar yaratıcısı için, kendisinin ötesinde onu etkileyen ya da onun tarafından etkilenen bir gerçeklik vardır. İkincisinde kahraman kendi kişisel tarihi olmayan biridir. Anlamsız, anlaşılmaz bir şekilde “dünyaya atılmış”tır. Dünyayla ilişki kurarak gelişmez; ne o dünyaya biçim verir, ne de dünya ona. Bu edebiyattaki tek “gelişme” insan yazgısının yavaş yavaş açığa vurulmasıdır. (…) İncelenen gerçek duraldır. (a.g.e s.26)
Somut soyut gizillik ve öznel durumun mutlaklaştırılması
Bu durum diyalektik düşünme yöntemi yerine idealist ve metafizik anlayışların ağırlık kazanmasıdır. Lukacs modernizmin en belirgin özelliklerinden biri olarak öznel gerçeklik ile nesnel gerçekliğin arasındaki karşılıklı ilişkinin kaybolduğunu belirtir. Marx’ın Hegel’den devralıp ayakları üzerine oturttuğu tümcül bilimcilik kuramının yöntemi olan Diyalektik Maddeciliğin içsel ilişkiler yasası, varoluşa içkin olarak somut durumun analizidir ve mutlak bir kesinlik içermez. Lukacs bu özdeşliğin mevcut çelişkilerle, sıçramalarla evirileceği yeni sürecin tahmin edilmesini fakat gelecek açısından olgusal düzeyde kesin bilinmemesini edebiyat yapıtında olması gereken somut gizillik olarak açıklar. Herhangi bir özdeşliğin kendi içerisindeki çelişkilerle sürekli devinimini evrimsel gelişmesini ve nitelik sıçramasını ortaya koyan diyalektik yöntem; özneyi ya da tekili bu sürecin ve akışın içinde kavrar. Tekilin ya da öznenin bu özdeşlikten ya da özdeşliği içeren tarihsel evrensel bağlamdan kopartılarak öznenin keyfiyetine bağlandığı duruma Lukacs soyut gizillik tabirini kullanmaktadır. Modernist edebiyat ise artık somut ve soyut gizillik ararsındaki bu farkı ortadan kaldırarak nesnel gerçekliği yadsır ve tekilin ya da öznenin düşüncelerini ya da özgül bir zamandaki ve koşullardaki durumunu mutlaklaştırır. Modernist yazarın içine düştüğü bu durum sözünü ettiğimiz hayal kırıklığı ve hakikat konusunda işine düştüğü sıkışmanın sonucudur.
Lukacs dönemin Modernist şairlerinden Gottfred Benn’in şu görüşünü yer verir: “gerçeklik diye bir şey yoktur. Yalnızca kendi yaratıcılığıyla dış dünyalar kuran, bunları değiştirip yeniden kuran insan bilinci vardır “ (a.g.e s. 30)
Benn aynı zamanda her tür düşüncenin karşısında insanın hayvansı bedenini savunarak gerçekliği toplumsal tarihsel bağlamdan koparır maddesel bir boyuta indirger. İnsan bedenini, duyusalın ve duyguların kendisine yabancılaştığı mülkiyet bedeni değilmiş de mutlak bir özgürlük alanı içerisindeymiş gibi düşünür.
Bu metafizik görüşlerin şiire ilişkin benzerlerini ikinci yeni kuşağındaki birçok şairin savunduğunu Asım Bezirci İkinci Yeni Olayı kitabında gösterir. İlhan Berk gibi kimi gençler, “Türk şiirinin örneklerine eski diye sırt çevirmişler, batı şiirinin eskitip geride bıraktığı deneyleri yenilik diye önümüze sürmüşlerdir” (İkinci Yeni Olayı, Evrensel basım, 2013, s.9)
Bezirci’ye göre sorun, Modernist akımlar olan Gerçeküstücülüğün, Simgeciliğin (alegori), Düş biçimciliğin, Dadacılığın teknik olarak yararlılıklarının, biçimsel zenginliklerinin kullanılması yerine dekadans (çöküntü) içeriklerinin sürdürülmesidir. Aynı anlam bozucu, aklı dışlayıcı, içerik; evrensel/toplumsal/sınıfsal bağlamdan kopuyor, diyalektik birliği yıkıyor. Bu durumda ya öznel deneyimi mutlaklaştırıyor ya duyularla algılananı saf algı düzeyine indirgeyerek, genel kavramdan kaçınmak adına maddenin kendisini fetişleştiriyor ve böylelikle bölük pörçük, eklektik yapıyı gerçeğin yeni bir inkârı; yeni bir gericilik biçiminde sürdürüyor. Birinci durum yani, öznel deneyimin, bireysel görüşün; kuramdan bağımsız şekilde mutlak doğru kabul edilmesi öznel idealizme yol açarken, kuramı tümden ortadan kaldırarak maddeye dönük algının çoklu, hatta sürekli dönüş ve yeni bağlantılarla sonsuz anlamlar olarak fetişleştirilmesi özdekçi bir metafiziğe varıyor ki bu sapma postmodern felsefe adındaki safsatasının bugünkü anahtarıdır.
“Yaptıkları iş, değişik çığrıların bazı verilerini “eklektik” bir tutumla ve pamuk ipliğiyle birbirine bağlamaktan öteye gitmiyor. Öyleyken Rimbaud, Cummings, Mallarme, Lautreamont, Tzara, Breton, Thomas, Pound, Michaux, Char gibi tutarlı şairlerin adlarını sık sık ve kasılarak anıyorlar. Böylece, kendilerini onların yolunda ve yanında birer yenilik öncüsü diye göstermiş oluyorlar. Yazık ki işin içyüzünü bilmeyen kimi gençler de buna kanarak onların ardına takılıyorlar.”( a.g.e s. 97)
“(…) Bunun sonucu, edebiyatımızı toy, güçsüz, kof değerler kaplıyor. Gerçek değerler gölgeleniyor, seçilmez oluyor. Keçiboynuzundan şeker çıkarır gibi yoruluyoruz. Bir tek güzel şiir bulmak için yüzlerce deneme okumak zorunda kalıyoruz. Bir bezginlik sarıyor içimizi.”
(a.g.e s.9)
“(…) İkinci Yeni’nin ortaya çıkışına bir sürü etken gösterilebilir. (…) Bunlardan en önemlisi, toplumumuzun 1950’den sonra geçirdiği bunalım olsa gerek. (…) İkinci Yeni’ye bir çeşit “Bunalım Şiiri” demek yerinde olur.” (a.g.e s.99)
Bu satırlar günümüz şiiri için de yabancı değil. Bezirci’nin ellili altmışlı yıllara dönük, ikinci yeninin ayrıntılı örneklerini irdeleyerek, diyalektik maddeci yöntemle analiz ederek yaptığı, gerçekçilikten kopuş ve batıda gelişen Modernist yapıyı taklit tespitleri bugün içerik ve biçimlerini daha da genişleterek post Modernist bir yapıya evirilerek varlığını sürdürüyor.
Postmodern tutum emperyalist sürecin yeni biçimlerde, malileşme, küreselleşme dönemeçlerinde, bunalımını sürekli kıldığı; henüz kendisine karşı toplumsal dinamiklerin kolektif dönüştürücü güçte gelişmediği bir dünyada, her alanda gerçekçiliğe karşı hala hortlaktan hortlamış bir ceset görkemi olarak “hâkimiyetini” koruyor.
Bu durumda iç dünyada olup biten anlam kaybının, hiçlik duygusunun ve karamsarlığın ilk uğrağı doğalcılık ve ruhsal çöküntüdür. Doğalcı yazar, o yıkıntıya uğramış, tahrip olmuş, yozlaşmış öznenin ya da olgunun durumunu toplumsal sınıfsal kavrayıştan bağımsız olarak belirli, dar bir çevrenin sonuçları olarak tartışır; kahramanın başına gelenler bir yazgıymış gibi yönsenir. Mevcut koşullar, öznel zaman aşkınlaştırılarak, nesnel gerçeklik çarpıtılır. Bu durumda okura kalan bulantı, tedirginlik, karamsarlık ve umutsuzluktur. Yazar olguları ele alırken farkında olarak ya da olmadan onları ablukaya da alır ve dondurur. Geçmiş ve gelecek örüntüleri yoktur. Bir felaket, yıkım, kötücül güçler ve acı bir yazgı olarak kendilerinin, ailelerinin, şansızlıklarının sebebi ve sonucudurlar. Felaketin arkasında yatan gerçek toplumsal nedenler bir tarih bilincinin perspektifinden sorunsal haline getirilemez ve yazarın dünya görüşünden kaynaklı donuk bir dünya mutlaklaştırılır. Bu boğuntu edebiyatı ileriki bölümde inceleyeceğimiz üzere Lukacs’da Kafka üzerinden, Walter Benjamin’de Baudelaire üzerinden örneklendirilir.
Öznel ve evrensel tip arasındaki ilişki ve perspektif (fikirsel yönseme)
Lukacs’a göre kişinin çevresi ile bütünsel ilişkilerinin ortadan kaldırılması, gerçekliğin bu basit algılanışı, tipoloji olarak adlandırdığı nesnel bütünlüğün özelliklerini yansıtan ve çatışmanın ürünü olan gerçek kişiliğin dağılmasına da yol açıyor. İnsan birbirine bağlı olamayan ve nedeni anlaşılmayan yaşantı parçalarına ayrılıyor. (a.g.e s. 31,32) ve bu durum doğalcı edebiyattan Modernist edebiyata uzanan bir köprü görevini görüyor.
Sovyet Edebiyat Bilimcisi Gennadiy Pospelov ise gerçekçi edebiyat eserinin çıkışında bir çatışma olduğunu belirtir. Trajik veya drama dayalı bu çatışma diyalektik bir bütünlük içerisinde sorunsal ile bağlam kurularak, kahramanların sınıfsal ve toplumsal kavrayışları olarak yansıtılır. Böylece kahraman evrensel tipiğin ortaya çıktığı somut bir tipoloji olarak belirli bir duygusal fikirsel yönsemeye sahip olur. Lukacs ise perspektif olarak nitelediği bu yönseme duygusunun başkaldırıyı hiçliğe kaçışta bulan doğalcı ya da Modernist eserlerde olmadığını belirtir. (a.g.e s.35)
Burada yönseme ya da perspektifin yani eserin fikirsel olarak belirlemenin Modernist ve günümüz post Modernist anlayışlarınca da oklara hedef olduğunu biliyoruz. Bir eserin içermiş olduğu veya içereceği dünya görüşü o eserin estetik gücünü gölgede bırakacaktır bu anlayışlara göre. Marksist bakışta ve Lukacs’ın estetik kuramında dünya görüşü, eserdeki olguların, olayların nesnel gerçeklik içinde yansıtılmasıdır. Nesnel gerçeklik, her bileşenin karşılıklı devingen ilişkiler içerisinde olduğu özdeş bütünün tüm ayrıntılarda içerilmesidir. Eserde öz olarak çıkan bu yapının anlamı aslında yönsenmiş olan değildir kendinde olan şeydir. Özdeşliğin ve tarihsel aşamanın akış anındaki görüntüsünü yazarın çıkarıp göstermesi dediğimiz şey, eserin fikirsel duygusal yönsemedir ki asıl bunu ortaya çıkarmadığımız sürece gerçekliğe karşı bir estetik kurmuş oluruz. Bir nesnel bütünlüğün içerisinde belirlenimden söz ettiğimizde özdeşliğin kendi içerisindeki farkları, çelişkileri olumsuzlamaktan bahsetmiyoruz. Post modernler kurama ve diyalektiğe en çok bu noktadan saldırırılar. Marx’ın ortaya koyduğu haliyle bu belirleme, bileşenler ararsındaki göreli nedensel ağırlıklı etkilerin ve çelişkilerin karşılıklı birbirini yadsıma etkisinin sonucudur. Bu öznelliğin keyfi bir yorumu değil eşyanın doğası olarak gelişen bir akıştır. Edebiyat yapıtında önem sırasına göre seçim ve belirlenimi yansıtma özün doğasını oluşturan önemli bir boyuttur. Yabancılaşma toplumunun kendi iç çelişkilerinden ve içsel ilişkilerin tekilleri arasındaki hiyerarşiden doğan bir ahlaki ve politik amaç, gerçekliğin doğasından ileri gelir. Sınıflara bölünmüş bir toplumsal bütünde tekillerin arasına hiyerarşiyi ve belirlenimi yok saymak, post yapısalcıların ve bugünkü post modernlerin yaptığı türden eşitlik kurmak; örneğin iki kaşıt sınıfı ve bunların kendi varlıklarını sürdürmek konusundaki ilerici ve gerici doğalarını, karşıt tutumlarını ve eskinin bağrında yer alan ilerici öğelerin devinimlerini görmemek demektir. Toplumda bu tür çatışkıların varlığı, sanatta önemli olanın seçilimi ilkesini gerektirir ve Lukacs’ın tarafgirlik ya da perspektif olarak ortaya koyduğu ilkedir ki aşkın bir yönseme değil yadsınmanın yadsınması şeklinde bir ilerlemeye sahne olan içkin bir belirlenim ile bağlıdır.
Not: Bu yazı daha önce Süje dijital dergide yayımlanmıştır.